Dergi

FİLİPİNLİ BİR YERYÜZÜ DOKTORUNUN ANILARI

“Aldığın yara, ışığın sana akacağı yerdir.”
Mevlânâ Celâleddin Rûmî

SENELERDİR ŞAHİT OLDUKLARIM NETİCESİNDE -NE UĞRUNDA MÜCADELE EDİLİRSE EDİLSİN-BÖYLE BİR SAVAŞIN HİÇBİR ŞEKİLDE HİÇBİR SORUNA ÇÖZÜM OLMAYACAĞINA KÂNÎ OLDUM. SAVAŞ, HERKES GİBİ NORMAL BİR HAYAT İSTEYEN İNSANLARA IZDIRAPTAN BAŞKA BİR ŞEY VERMİYOR.

KHASMİNE ISMAIL

 

 

Başkenti: MANİLA
Nüfus: 102 Milyon
Konuşulan Diller: Filipino (Tagalog), İngilizce
Dini: Mali’de ülkenin yüzde 90’ını Müslüman ve yüzde 5’lik kısmını ise Hristiyan nüfus oluşturur. Nüfusun geriye kalanı ise yerel dinlere ve animizm benzeri inançlara sahiptir.
Para Birimleri: Filipin Pesosu
Yüz Ölçümü: 300.000km2
Konumu: Filipinler, resmî adıyla Filipinler Cumhuriyeti, Pasifik Okyanusu’nun batısındaki coğrafyada konumlanan bir Güneydoğu Asya devletidir. Ülke irili ufaklı 7.641 adet ada ve adacıktan oluşur. Ancak ülkeyi oluşturan üç ana coğrafi kara parçası vardır. Bunlar Luzon, Visayas ve Mindanao’dur.

 

FİLİPİNLER, MİNDANAO ÖZERK BÖLGESİ VE İÇ SAVAŞ SÜRECİ

Filipinler’e İslâm, bütün Uzak Doğu’da olduğu gibi Müslüman tüccarlar vesilesiyle yayıldı. 15. yüzyılda Sulu’da ve Mindanao’da Müslüman sultanlıklar kuruldu. Fakat aynı yüzyılda İspanya bu takımadaları işgal etti ve sömürgesi hâline getirdi. Ülkeye İspanya Kralı II. Felipe’nin adından dolayı Filipinler denildi. Ancak Müslüman Sulu Sultanlığı, İspanya sömürgesini hiçbir zaman kabul etmedi ve yerli Müslümanlar ile sömürgeciler arasında yüzyıllardır süregelen ölüm kalım mücadelesi başlamış oldu. 19. Yüzyılda İspanya, Paris Antlaşması ile Filipinler’i Amerika’ya sattı. Bu satış sırasında İspanya, kendi hâkimiyetinde olmadığı hâlde Mindanao’yu da Amerikan hâkimiyetine bıraktı.

Gecekonduların ve Gökdelenlerin birarada olduğu Manila Şehri

Mindanao, Müslümanların ekseriyetinin yaşadığı bir bölgeydi ve zamanında Sulu Sultanlığına ev sahipliği yapmıştı. Daha sonra bu bölge yeni kurulan Filipinler hükûmetinin kontrolüne geçti.

Sonraki dönemde Filipinler hükûmeti, ülkenin kuzeyindeki Luzon halkını özellikle de merkez Visayan Adaları’nda yaşayan halkı Mindanao’ ya yerleşmeleri için teşvik etti. Bu da durumu çok daha vahim ve içinden çıkılmaz bir hâle getirdi. Bu göçmen yerleşimcilerin yönetimin de desteği ile haksız yere topraklara el koyması, iç savaşa ve Müslüman halkın soykırımına yol açtı ve ülkenin başlıca sorunu hâline geldi. Müslüman mücâhitler ve Hıristiyan hükûmet arasında günümüzde de devam eden silahlı çatışmaların temeli bu hâdiseye dayanır. Son zamanlarda gerçekleşen olaylarda kendini gösteren diğer bütün güncel meseleler; diktatörlük, yolsuzluk ve iltimas gibi siyasî ahlâksızlıkların sonucudur.

DOKTORLUK VE FARKINDALIK

Tıp fakültesine başlayana kadar, ülkemdeki pek çok kimse gibi benim de çevremde olanlarla ilgili hiçbir fikrim yoktu ve sosyal meselelerle de hiç ilgilenmiyordum. Doktor olarak göreve başladığımda küresel sağlık konulu kısa dönemli bir kursa kaydoldum. Bu kursta gördüklerim, benim aydınlanmama vesile oldu ve toplumumuz hakkında, özellikle de Müslüman toplumun durumu hakkında daha derin düşünmemi sağladı. Bu eğitim sürecinde, halk sağlığının savaşlar, fırtınalar, eğitim eksikliği, ekonomi ve siyasetten nasıl olumsuz etkilenebildiğini öğrendim. Uzmanlığımı kardiyoloji alanında tamamlamak istiyordum fakat bu eğitimden sonra ilgim halk sağlığı alanına kaydı. Hastane yerine halkın içinde görev yapmak bana çok şey öğretti. Yurt içinde ve yurt dışında farklı topluluklarla iletişim kurmak, benim için okul gibiydi. Bu tecrübelerin benim daha iyi, daha çalışkan bir insan ve güzel bir Müslüman olma yolculuğumda büyük tesiri vardır.

Çaresiz ve yardıma muhtaç insanlara sağlık hizmeti vermeye 2009 yılında, iç savaşın mağduriyetini senelerdir yaşayan Maguindanao bölgesinde başladım. Benim oraya gidişim, yıllardır süregelen iç savaşın tekrar başlamasından bir sene sonraydı. Maguindanao, elli seneyi aşkın bir süredir savaşın içinde olan bir bölge. İnsanlar bu duruma “alışmışlar”. Ne yazık ki savaş hayatlarının bir parçası hâline gelmiş.

Mindanao’ da Filipinler hükûmeti ve MILF (Moro İslamî Mücadele Cephesi) – MNLF (Moro Millî Mücadele Cephesi) arasında süregelen silahlı çatışma, binlerce hattâ yüz binlerce hayata mal olmuş. Aynı zamanda bölgenin ekonomik, sosyal gelişimini ve eğitim sahasını felç etmiş. Böylece bu bölge, Filipinler’in en fakir bölgelerinden biri hâline gelmiş.

Yurt içinde ve yurt dışında çalışırken çeşitli Müslüman toplulukların içinde bulunmak, benim hayatıma yön veren bir tecrübe oldu. O zamanlar -öyle zannetmeme rağmen- aslında birçok şeyi hakikatiyle kavrayamamışım.

Göreve ilk başladığım zamanlarda oradaki insanların özellikle de kadın ve çocukların acınası hâllerini görmek moral bozucuydu. Bu konudaki hassasiyetim, beni bu mevzu hakkında araştırma yapmaya itti. Bu araştırmalarımın sonunda bir aktivist, kadın ve çocuk hakları savunucusu ve bir ölçüde de feminist olmuştum. Senelerdir yaşanan iç savaşın bu bölge halkının sağlığını, özellikle de çocukların beslenmelerini ve sonuç olarak da refah seviyelerini nasıl olumsuz etkilediğini fark ettim.

ELLİ SENEYİ AŞKIN
BİR SÜREDİR SAVAŞIN
İÇİNDE OLAN BİR
BÖLGE. İNSANLAR
BU DURUMA
“ALIŞMIŞLAR”. NE
YAZIK Kİ SAVAŞ
HAYATLARININ BİR
PARÇASI HÂLİNE
GELMİŞ.

O çocukların, savaş mağduru bir bölgede, bir çadırın içinde, hiç bir mahremiyetleri, güvenceleri, emniyetleri olmadan büyüdüklerini tahayyül etmeye çalışın. Bazen bir çadırda birkaç aile yaşıyor, yağmurlu havalarda ıslanıp üşüyorlar, yazın ise çadır içinde durulamayacak kadar sıcak oluyor. Yiyecek yemekleri, içecek ve temizlenecek suları da olmayınca hastalıklara davetiye çıkmış oluyor. Bir de kendi çıkarları için bu acı durumdan faydalanmak isteyen fırsatçı ve kötü insanlar ortaya çıkıyor, ailelerini geçindirebilmek için onlara ağır iş ve cüz’î paralar teklif ediyorlar. Bu küçük çocuklar ya çocuk işçiliğine itiliyor ya da ırgatlık veya fuhşa malzeme yapılmak üzere insan kaçakçılığına kurban ediliyor. Aynı şey kadınların da başına geliyor. Bu acı sondan kurtulabilenler ise ya suiistimale uğruyor ya da kendi toplumlarından dışlanıyor. Hayat onlar için böyle sürüp gidiyor.

Senelerdir şahit olduklarım neticesinde -ne uğrunda mücadele edilirse edilsin- böyle bir savaşın hiçbir şekilde hiçbir soruna çözüm olmayacağına kânî oldum. Savaş, herkes gibi normal bir hayat isteyen insanlara ızdıraptan başka bir şey vermiyor. Bu şiddet döngüsü, hayatları daha da kötü bir hâle getiriyor ve zihinlerde inanılmaz derecede derin izler bırakıyor. Bu izler de onların ahlâk ve maneviyatlarına menfî tesir ediyor. Aslında işin en elîm kısmı da bu. Eğer benim gibi dışarıdan izleyen bir insan, bu hâlden bu kadar etkileniyor ve rahatsızlık hissediyorsa, bunu bizzat yaşayan ve bu akıl almaz vaziyetin daimî sûrette içinde olan insanlar ne hâldedir! Bunu düşünün!

Bunlara şahit olmak, sizi sürekli hayatı sorgulamaya sevk ediyor ve neden bunlar onların ya da bizim başımıza geliyor diye sormaya başlıyorsunuz. Bu sorulara cevap aramak elbette çok önemli ancak önemi nispetinde de tehlikelidir. Çünkü sizi inşâ da imhâ da edebilir. Benim gibi Allah’ın nimetlendirdiği insanlardansanız, bu sorular sizi paramparça ettikten sonra inşâ edecektir.

Kendi akıl sağlığım için bu soruların cevaplarını bulmak zorundaydım. Çünkü meslektaşlarımın birçoğu dünyanın farklı bölgelerinden geliyorlardı ve farklı inançlara sahiplerdi. Bana sürekli cevabını veremediğim sorular soruyorlardı. Aynı evde bir ateist, bir natüralist, bir agnostik, bir sözde Hıristiyan ve sürekli didinen ümitsiz bir Müslüman’ın birlikte yaşadığını düşünün. Bazı günler sadece inançlarımız üzerine konuşmakla geçiyordu. Müslüman bir toplumda çalışmaları sebebiyle gayet yerinde, mantıklı ve biraz da rahatsız edici konulara dikkat çekiyorlar ve özellikle de kadınlar hakkında sorular yöneltiyorlardı.

Ancak benim bu konular hakkında yeterli malumatım yoktu. Bu sebeple onlara ya yanlış cevaplar veriyordum ya da ne kadar çarpık olursa olsun onların görüşlerine katılıyordum. Bütün bunlardan dolayı huzursuzdum. Doğru cevapları bulmak için nereye danışabileceğimi bilmiyordum. Bir gün bütün bunlardan çok bunaldım ve istifa ettim. Çünkü ruhum acıyla feryat ediyordu. Dünyayı iyileştirme teşebbüsüyle çıktığım yolda asıl yarayı kendim almıştım.

O ÇOCUKLARIN, SAVAŞ MAĞDURU BİR BÖLGEDE, BİR ÇADIRIN İÇİNDE, HİÇBİR MAHREMİYETLERİ, GÜVENCELERİ, EMNİYETLERİ OLMADAN BÜYÜDÜKLERİNİ TAHAYYÜL ETMEYE ÇALIŞIN.

Daha sonraları neden böyle hissettiğimi, neden yaralandığımı, kalbimin kırıldığını ve bunalıma düştüğümü fark ettim. Bütün bunlar, gözümün önünde olup biten olayları tam anlamıyla anlayamamamdan kaynaklanıyordu. Asıl gerçek ise şuydu: Ülkemde süregelen bu savaşlar, çatışmalar, vahşet ve zulüm; Filistin’de, Keşmir’de, Suriye’de, Myanmar’da ve Müslümanların zarar gördüğü diğer bölgelerde olanlardan farklı değildi.

2017 yılının Mayıs ayında, Ramazan ayına birkaç gün kala, oturduğum şehir, Filipinler hükümeti ve kendisini IŞİD olarak tanımlayan bir grup arasındaki silahlı çatışma neticesinde yerle bir edildiğinde tam anlamıyla yıkılmıştım. Bu hadise gerçekleştiğinde Türkiye’deydim. Kendi memleketinden kaçıp başka şehirlere sığınma, ne yapacağını bilememe, kendini güvende hissedememe hâlini, çevrede olanlardan ve olacaklardan duyulan korkuyu bizzat yaşamasam da kalbimde hissettim. Onlar benim ailemdi, akrabalarımdı, orası benim memleketimdi. O anda böyle bir felaketin mağduru olan insanlar için çalışmak ve bu felaketi yaşamak arasındaki farkı kavrayıverdim. Kafam allak bullaktı. Öfke, kabullenememe ve ümitsizlik hisleriyle sarsılmıştım. Hayatımda ilk defa bir Filistinli veya Suriyeli olmanın gerçekten nasıl bir şey olduğunu anladım. Şimdi onlarla aynı hisleri, acıları paylaşabildiğimi söyleyebilirim.

Yaklaşık on yıl boyunca, mağdur insanların gıda, temizlik, ilaç gibi ihtiyaçlarını sağlamakla birlikte beden ve ruh sağlığı ile ilgili bilinçlendirme kampanyaları da yapan insanî yardım faaliyetlerinin içerisindeydim. Ancak düşünüyorum da, bütün bunlara rağmen, onları şu anda olduğu kadar hiçbir zaman anlamamışım ve kendimi onlara şu anda hissettiğim kadar yakın hissetmemişim.

Memleketimin başına gelen felâket, halkıma ve bana büyük bir hayat dersi oldu. Sanki gözümün önünden bir perde kalktı ve her şeyin ardındaki hakiki sebepler bana aşikâr oldu: Müslümanlar, İslam’ın özünü kaybetmişti. Bu hâdiseden sonra vardığım sonuç buydu.

ASIL YOK OLUŞ, AHLÂK
ANLAYIŞININ AŞIRI
DERECEDE GÖRECELİ
VE HAZZA DAYALI HÂLE
GETİRİLMESI SEBEBİYLE
GERÇEKLEŞEN KÜLTÜR
İSTİLÂSI SONUCU
MEYDANA GELİYOR.

Bu zamana kadar ülkemdeki ve dünyanın diğer bölgelerindeki Müslümanlar için bir şeyler yaptığımı sanıyordum. Fakat aslında hiçbir şey yapmadığım hatta bu büyük meselenin küçük bir parçası bile olamadığım gibi acı bir sonuca vardım.

Biz Müslümanlar, İslâm’ı kendi hayat tarzımız içine sığdırmaya çalışıyoruz. Bir yazıda, toplumların yok oluşunun sadece savaşla veya istilâ sonucunda olmadığını, asıl yok oluşun, ahlâk anlayışının aşırı derecede göreceli ve hazza dayalı hâle getirilmesi sebebiyle gerçekleşen kültür istilâsı sonucu meydana geldiğini okudum. Bizim başımıza gelen, tam olarak buydu.

Filipinler’in içinde bulunduğu şartlar açısından bir değerlendirme yapmak istiyorum: Mora halkına tarihte reva görülen haksızlıkları elbette göz ardı edemeyiz. Ancak Müslüman halkımın çektiği çilelerin bizi olduğumuzdan daha kötü bir hâle getirecek bir cezaya mı yoksa bizleri uyandıracak bir şefkat tokadına mı dönüşeceğini, bizim Allah’a kulluk sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimiz belirleyecek.

Hayatımızın bir döneminde o zamana kadar getirdiğimiz bütün birikimi alt üst edecek manevî bir uyanışı mutlaka yaşayacağız. Bu uyanış, bizi tüm o mantıksız, eğreti inançlarımızdan kurtulmaya sevk edecek. Bu süreç, bitkin düşüren bir doğum süreci gibi acı verici fakat karanlığın içinde yanan ışığı fark edebilmemiz için gereklidir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretleri’nin de ifadesiyle: “Aldığın yara, ışığın sana akacağı yerdir.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir