Dergi

HEM ZAHMET HEM RAHMET

“TÜRKİSTAN’DAN ŞAM’A, BİR DİN KARDEŞİMİN PARMAĞINA BATAN DİKEN, BENİM PARMAĞIMA BATMIŞTIR. BİRİNİN AYAĞINA ÇARPAN TAŞ, BENİM AYAĞIMI ACITMIŞTIR. BİR KALPTE HÜZÜN VARSA O KALP BENİM KALBİMDİR.”

HASAN HARAKÂNİ (K.S.)

HURİ ERYILMAZ

“Hizmet eden çoktur; fakat hizmeti nimet bilen azdır.”

Ali Râmîtenî (k.s.)

Hatırlarım, üniversitenin ilk yılında yurtdışı kontenjanından Türkiye’ye okumaya gelen pek çok yabancı uyruklu talebe vardı: Yunanistan, Kazakistan, Çin…

Bu öğrencilerin içinde gayrimüslimler olduğu gibi Müslümanlar da vardı. Gönlümü hem üniversiteye alışmanın hem de bu insanlara nasıl ulaşacağımın derdi sarmıştı. Gayrimüslimler için ayrı, Müslüman olup da dininden bîhaber olanlar için ayrı üzülüyordum. Nasıl olacaktı da biz onlara hizmet edecektik? Nasıl olacaktı da İslâm’ı bilmeyen gönüllere, İslâm’ı anlatma imkânı bulabilecektik?

Bu duygular, dersler, sınavlar, insanın üzerine üzerine gelen o kasvetli duvarlar, gönlümü daraltıyordu. Tüm bunların üstüne bir de zihinleri kalıplara sıkıştıran amfiler, başörtülülere yasaklanmıştı.

28 Şubat süreci ile beraber bizler, üniversite meydanlarını boş bırakıp(!) kaybettiğimiz ruhu ve özlediğimiz hizmet heyecanını bulmak için Kur’ân kurslarına, manevî dersler alacağımız dergâhlara yöneldik.

Pek çok mağdur genç kız gibi bizim de yolumuz, Hüdâyî Kur’ân Kursuna düştü Elhamdülillah. Burada tam da hayalini kurduğumuz bir tebliğ ve hizmet anlayışını bulmuştuk. Zira kursumuz hem bizim gibi kendi vatanında garib kalmış başörtü mağdurlarına kucak açıyordu hem de dünyanın dört bir yanından gelen gariplerine kucak açıyordu. Bizler, öz vatanında okullarından mahrum bırakılmış garip gençlerdik. Dünyanın dört bir yanından gelenler de, kendi vatanlarında dinini öğrenmekten mahrum bırakılmış garip gençlerdi. Hepimiz için tek bir çatı olmuştu kursumuz.

 

Bu dergah geleneği “hizmeti bir nimet ve rahmet olarak görebilmek” ve “dünyanın öte ucundaki mazlumdan dahi kendini mes’ûl hissetmek” temeline dayanıyordu. Burada gaye “güneşte gölge, soğukta kaftan” olabilmekti, uzanabildiği her coğrafyanın derdine düşüp her muhtacın ihtiyacını giderebilmekti.

“Türkistan’dan Şam’a, bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.”

Hasan Harakâni (k.s.)

Tabii ki sadece maddî açlık ve fakirlik değil, manevî açlık ve fakirlik de bu mücadelenin içerisine giriyor.

O yıllarda bu manada tanıdığımız İstanbul’da iki Kur’ân kursu vardı: Aziz Mahmut Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu ve Mehmet Âkif Kız Kur’ân Kursu. Şimdi bu kursların her biri ayrı ayrı büyüdü, gelişti. Farklı kurumsal kimliklere sahip oldular. Ancak hâlâ en büyük ortak noktamız, İslâm kardeşliği ve ümmetin derdi. Bu sebeple kurslarımızda sadece Türkler değil pek çok yurt dışından gelen talebe de eğitim görüyor. Yabancı uyruklu kardeşlerimiz buralarda hem maddî hem manevî eğitim görüyorlar. Memleketlerine götürecekleri İslâm terbiyesini büyük bir azim ve fedâkârlıkla talim ediyorlar.

Bu Kur’an aşkı ve tebliği birkaç kursla başladı fakat şükürler olsun ki, şimdi dünyanın pek çok ülkesinde pek çok kursla devam ediyor. Kursumuza yurtdışından ilk gelen talebeler, can Azerbaycan’dandı. İlk defa memleketlerine kurs ve hizmet heyecanını götüren de Azerbaycanlı hocalarımız oldu. Bu sebeple gönlümüzdeki yerleri çok ayrıdır.

Dağıstan, Kosova, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya derken, liste bugün Afrika’dan Moğolistan’a kadar genişledi.

“…Allah katında en keremliniz en çok takva sahibi olanınızdır…”

(Hucurât, 13)

Yurtdışından gelen bu kardeşlerimiz, evlerine gideceklerinde valizlerini ailelerine götürecekleri hediyeler yerine mütesettir arkadaşları için aldıkları pardesü ve başörtüsü ile doldururlardı. Çünkü ülkelerinde pardesü ve başörtüsü yoktu. Bu kardeşlerimizin her biri kendi ülkelerinde Dâru’l-Erkâm misâli evler kurdu. Şimdi de bu evlerde yetiştirdikleri, hidayetine vesile oldukları her bireyle beraber pek çok tebliğ ve hizmet mekânı meydana getirdiler.

Elhamdülillah, bu dava daha evvel adını dahi bilmediğimiz topraklara kadar ulaşıyor. Meselâ Pattani, Müslüman bir ülke. Ama Tayland’ın işgal ettiği mahrum bir ülke hâline gelmiş. Pattanililerin fıtratları, mizaçları çok yumuşak. Teslimiyet ehli insanlar. Bu vasıflarıyla âdeta onlar bize ders veriyorlar.

Uygurları, Çin’in yerli Müslümanı olan Huiler’i, hattâ ateizmden, Budizm’den dönen Çinli talebelerimizi görmek, onlarla ilgilenmek bizim için oralara gitmek anlamına geliyor. Bu sayede gönüllerimize ufak da olsa bir teselli serpiliyor. Onlar, bizim için Vehb bin Kebşe (radıyallahu anh)’ın mukaddes birer emaneti.

Moğolistan’dan bile Budist, Şaman ve ateist ailelerden gelip burada Müslüman olanlar var. “Bile” diyorum, çünkü o topraklar, dışa kapalı özelliğiyle ve Budist nüfusu ile İslâm’dan çok uzak kalmış. Hattâ bölge Müslümanları bile Budist kültürden etkilenmiş.

Afrika’mız ise -mâlum- bize ecdâdımızın emaneti. Maddî mahrumiyetler, kardeşlerimizi misyonerlerin ve sömürgecilerin kucağına bırakırken günümüz Müslümanları olarak bizler, bu kıtadan yıllarca gâfil kalmışız. Şimdi ise her bir köşesinde birer rahmet kapısı var, şükürler olsun.

Dünyayı diyar diyar dolaşmadan ayağımıza kadar gelen bu rengârenk, desen desen milletlerin her biri ayrı bir kıymet, ayrı bir hazine. Bir yabancı talebe, bizim için bir ülke demek. Oralara gidemeyişimizin mahcûbiyetiyle, onlara olan borcumuzla gözlerine bakıyoruz. Uzun yıllar unutulmuş toprakların üzerimizdeki vebali ile yüreklerine dokunmaya çalışıyoruz. Allah, üzerimizdeki vebali bu kıymetlerle, kardeşlerimizle ödemeyi nasip etsin.

Varlıklı bir millet olarak, onlara borçlu olduğumuz hâlde; onlar bu ülke insanına, bu Kur’ân çatılarına minnet duygularıyla ve şükür ile karşılık veriyorlar. Bu topraklarda okuyan kızlarımız, buraları ikinci bir evleri ve aileleri gibi görüyorlar.

Bununla beraber rahmetin hiç zahmetsiz olduğu görülmüş müdür? Elbette her nimetin bedeli, her rahmetin zahmeti var.

“…ALLAH KATINDA EN KEREMLİNİZ EN ÇOK TAKVA SAHİBİ OLANINIZDIR…”
(HUCURÂT, 13)

Hayatın külliyen gurbet olduğu şu dünyada, gurbet içinde gurbet yaşayan kardeşlerimizin zahmet ve rahmet dolu hatıralarını sizler için derledik. Duygularını satırlara dökmelerini istedik. İnşaallah hem tebessüme hem tefekküre vesile olsun.

Kurslarımızda eğitim gören talebelerimizden derlediğimiz, birlikte yaşamanın zorluğuna ve bereketine dair anılarını, dergimizin bu köşesinde sizlerin ilgi ve takdirine sunuyoruz. Böyle güzel ve ibretlik hatıralarınızı paylaşmak isterseniz kardeslikdunyasiicin@gmail.com adresinden bize ulaşabilirsiniz.

***

“Hayatımızda anne babamızdan başka bize karşılıksız bir şey veren olmadı.”

Rusya’dan gelen talebelerimiz, -iklimin insan üzerindeki tesiri ile olacak ki- ilk geldiklerinde oldukça mesafeli ve soğuklardı. Aylar sonra ısınıp çözüldüklerinde ellerinde biriktirmiş oldukları paraları bize getirdiler. “Hocam! Siz, bize her ay böyle harçlık veriyorsunuz; ama biz bunları harcamadık, biriktirdik. Çünkü bizden bunun bir karşılığını isteyeceğinizi düşündük. Fakat gördük ki siz parayı bize karşılıksız veriyorsunuz. Yani bizden bir şey istemiyorsunuz değil mi? Biz böyle bir şeyi ilk defa görüyoruz. Hayatımızda anne babamızdan başka bize karşılıksız bir şey veren olmadı.” dediklerinde gözlerimde yaş, ağzımda kocaman bir açıklık kalmıştı.

***

“Gerçek bağın iman bağı olduğunu burada yaşayarak öğrendim.”

“Ben buradayken hem annem hem abim vefat etti. Ben eğitimim yarım kalmasın diye cenazelerine gidemedim. Zaten yetişmem de mümkün değildi. Çünkü Moğolistan’a üç günde gidiliyor. Bu süreçte ise hocalarım ve arkadaşlarım bana ailem gibi destek oldular. Gerçek bağın iman bağı olduğunu burada yaşayarak öğrendim.”

(Möldır isimli Kazak talebe)

***

“Çin’de el öpüldüğünü hiç duymamıştım.”

“İstanbul çok güzel bir şehir. İstanbul’da bayram günü insanlar anneanne, dede gibi büyük akrabalarını ziyaret ediyorlar ve onların ellerinden öpüyorlar. Ben Çin’de böyle bir şeyi hiç duymadım. Türkler çok samimi. Bazı Türkler, Çinlileri çok seviyor. Onlar Çinceyi öğrenmek istiyor ama biraz çalıştıktan sonra “Çince gerçekten zor bir dil.” deyip vazgeçiyorlar. Gerçekten Çince ve Türkçe hiç benzemiyor. Ne yazılışları ne kuralları ne de eklemeleri aynı.”

(Lili isimli Çinli talebe)

***

“Müslümanlar hep başkalarını düşünüyor. Edep çok güzel bir şey.”

“Kurstaki insanlar hep gülümsüyor ve kendilerinin zor zamanında bile başkalarına yardım ediyorlar. Müslümanlar hep başkalarını düşünüyor. Ayrıca burada bir şey daha dikkatimi çekti: Türkiye’de kadınlar ve erkekler ayrı oturuyor. Moğolistan’da misafirler “GER” denilen bir çadırın içinde hep beraber ağırlanır ve herkes beraber oturur ama kadınlar rahat hareket edemezler. Gerçekten İslâm’daki edep çok güzel.”

(Moğolistan’ın Hoton Türklerinden Önurjargal isimli talebe)

***

“Türkiye çok romantik bir ülke.”

“Türkiye çok romantik bir ülke. Türkler hep yakın arkadaşlarına veya ailesindekilere “Canım, canım!” diyorlar. Ama Çin’de sadece karı koca birbirine böyle söyler. Bir de sizler her görüşmede birbirinize üç kere sarılıyorsunuz. Ama Çinliler anne babaya bile bu şekilde davranamaz. Galiba biz çok mesafeli bir milletiz. Elhamdüllah buraya geldim ve Türklerin hatta bütün Müslümanların arasındaki kardeşliği, muâhâtı öğrendim. Bu, beni çok duygulandırıyor. Diğer taraftan burada herkes çok yardımsever ve çok mütevazı. Herkes, izzet ü ikramı ve hizmet etmeyi seviyor. Kurstaki herkes, yaptığı işi sadece Allah rızası için yapıyor. Yatılı hayat çok zor ama –maşaallah- hocalar hiç yorulmuyor.”

(Çinli Zhang Ting isimli talebe)

***

“Öğretmenim erkek değil ki, niye hoca diyeyim?”

“Kursumuza ilk geldiğimde ailemden yeni ayrılmanın hüznü üzerimdeydi. Bir gün üzüntülü bir hâlde bahçede oturuyordum. Oradan geçen bir öğretmenimiz benim yeni öğrenci olduğumu fark edip yanıma geldi. Arnavut bir arkadaşımın yardımıyla öğretmenimle tanıştık. Bu esnada bir talebe gelip öğretmenime bir şey söyledi. Türkçe bilmediğim için ne dediğini anlamadım. Lâkin ‘hoca’ kelimesinin geçtiğini fark ettim. Çok şaşırdım, öğretmenim erkek değildi ki, kadındı! Bir kadına nasıl hoca denir? Arnavutça’da hoca, erkek demektir. Yanımdaki arkadaşıma niye o talebenin ‘hoca’ dediğini, belli bir sebebinin olup olmadığını hemen sordum. Arkadaşım da gülerek bana verdi: -Türkiye’de, bilgisinde uzmanlaşmış kimselere saygı maksadıyla böyle hitap ediliyor. O zaman anladım ki; biz sadece tek ümmet değiliz, aynı zamanda tek bir coğrafyayız. Aslında bir olduğumuz günler çok eski değil. Kültürlerimizde olduğu gibi dillerimizde de bazen benzerlik olabiliyor, farklı mânâlarda kullanılsa da… Allah bu ümmeti tekrar bir araya toplayıp güçlendirsin.”

(Sırbistan’dan Arife Nuhiu isimli talebe)

***

TÜRKİYE’DE OKUYAN YABANCI UYRUKLU TALEBELERİ EN ÇOK FEDÂKÂRLIK, CÖMERTLİK, EDEP ETKİLİYOR VE BU VASIFLAR ONLARA ÇOK ŞEY ÖĞRETİYOR. TASAVVUFLA YOĞRULAN BU TOPRAKLAR, İKRAM VE İHSAN KÜLTÜRÜYLE MİSAFİRLERİNE KUCAK AÇIYOR.

“Beyaz insanlardan korkardım. Beyazlara karşı tüm önyargılarım kırıldı.”

“Türkiye’ye gelmeden önce beyazlar hakkında birçok önyargım vardı. Onların menfaatperest ve ırkçı olduğunu düşünür, onlardan hoşlanmazdım. Tüm beyazların gayrimüslim olduğunu düşünürdüm. Fakat sonra öyle bir kursa geldim ki; orada bana ensâr olan arkadaşlar buldum. Burada elimden tutan, bana başörtüsü hediye eden, bana İslâm’ı anlatan, bayramlaştığımız beyaz insanlar vardı. Şok olmuştum. Hayatımda ilk defa asıl önemli olan şeyin insanlık olduğunu, ırk ve milliyetin çok geride kaldığını fark ettim. Fasl-ı Bahar, bana uluslararası bir deneyimi gümüş tabakla sundu. Burkina Faso’ya, Fildişi Sahili’ne, Filipinler’e ve Guyana’ya seyahat etmek, bir odadan diğerine geçmek kadar kolaydı. Kurstaki İslâmî hassasiyet, farklı ülkelerden gelsek de huzur içinde yaşayabileceğimizi bize gösteriyordu.

(Ubayda Salisu isimli Ganalı talebe)

***

“Ezanı anons zannettim.”

“Türkiye’ye geldiğimde beni en çok şaşırtan şey, camiler oldu. Benim ülkemde ezanın sesinin camiden dışarıya duyurulması yasak. Türkiye’de ezanı duyunca ağlayasım geldi. Daha önce Dubai’ye gezmeye gitmiştim. O zaman Müslüman değildim. Bir anda bir yerden anons gibi bir ses geldi. Önemli bir şey oldu zannettim, korktum. Ama sonra insanların normal davrandığını fark ettim ve bunun mutad bir şey olduğunu anladım. Dinleyince bunun dinî bir ses olduğunu hissettim. Evet, o ses ezandı. Şimdi Müslümanım ve bu sesi çok seviyorum, elhamdülillah.”

(Gerle isimli Moğol talebe)

***

“Sokaklarınızdaki kediler ve köpekler, insanlardan korkmuyor.”

“Burada çok cami var. Ben Çin’de iken sadece “Blue Mosque” Camii’ni duymuştum. Buraya geldikten sonra gerçek adının “Sultan Ahmet Camii” olduğunu öğrendim. Burada çok fazla cami var. Binalarınız da camileriniz de çok güzel. Camilerinizde ve her yerde çok fazla kedi var. Hem de sokaktaki kediler ve köpekler insanlardan korkmuyorlar. Çünkü Türkler çok sıcak ve merhametliler. Sokakta hayvan yuvası ve yemi görmek çok şaşırtıcı. Bu yüzden kedileriniz bile kibar.”

(Çinli Bai Xue isimli talebe)

***

“Yüksek bina sevmiyoruz.”

“Türkiye’de binalar çok yüksek. Biz Endonezyalılar çok yüksek binaları sevmiyoruz. Bizim ülkemizde eğer bir yerde mescit varsa o mescidin minaresinden büyük ev yapılmaz. Bu aynı zamanda o mescide hürmet ifadesidir.”

(Endonezya’nın Açe bölgesinden Sarah isimli talebe)

***

HER MEDENİYET KENDİ İNSAN TİPİNİ YETİŞTİRİR. BİZİM EN BÜYÜK ORTAKLIĞIMIZ, İSLÂM MEDENİYETİ. EN BÜYÜK FARKLILIĞIMIZ İSE RENKLİLİĞİMİZ.

“Hastanede erkekler temizlik yapıyor. Restoranda erkekler hizmet ediyor.”

“Buradaki hastanelerde erkekler temizlik yapıyor ve restoranlarda erkekler hizmet ediyor. Ama bizim ülkemizde böyle işlerde kadınlar çalışıyor, bu işler erkekler için çok ayıptır. Burada kadınlar çalışmak zorunda değil. Bu çok güzel bir âdet. Moğolistan’da kadınlar, hem evde hem işte çalışmak zorunda. Ayrıca erkek kıyafetleri Türkiye’de pahalı ve az ama kadın kıyafetleri hem çok fazla hem de ucuz. Türkiye’de kadın olmak çok kolay ve rahat.”

(Moğolistanlı Tuya isimli talebe)

***

“Sizde iki tane nikâh var.”

“Sizin düğün hikâyelerinizi dinleyince çok şaşırdım. Çünkü hep iki tane nikâh anlatıyordunuz. Bizde böyle bir şey olmadığı için önceleri anlamıyorduk ve sormaya da utanıyorduk. Sonra öğrendik ki meğer dînî nikâh ve devlet nikâhı ayrıymış. Yani sizde iki tane nikâh var. Bizde bir tane nikâh yetiyor.”

(Ananda isimli Endonezyalı talebe)

***

“Yollarınızda yolculuk yapmak ‘roller coaster’a* binmek gibi.”

“Türkiye çok güzel ve binalarınız da çok güzel. Gökyüzünde masmavi bulutlar var. Ama yollar çok zikzaklı. Bazı yerler yüksek, bazı yerler alçak, yani hiç düzlük yok. Arabaya bindiğimde yolculuk, ‘roller coaster’a binmiş gibi geçiyor. Çocuklar da çok tatlı. Gözleri farklı renk olan çok insan var. Bu kadar farklı göz ve saç, Allah’ın bir mucizesi gibi. Sizinle en büyük farkımız şu: Siz Türkler çok heyecanlısınız, biz daha kendi hâlinde olmayı seven insanlarız. Siz bu yüzden gece bile çok konuşuyor ve geç uyuyorsunuz ama biz Çinliler daha erken uyumayı seviyoruz.”

(Lili isimli Çinli talebe)

***

“Zeytin, peynir yemeyi burada öğrendim.”

“Moğolistan’da sabah kahvaltısında süt, kaymak, bal ve ‘bavursak’ dediğimiz hamur kızartması yeriz. Zeytin ve peynir yemeyi Türkiye’de öğrendim. Gerçi peynire hâlâ pek alışamadım. Ayrıca millet olarak baharatı çok sevmeyiz. Farklı tatlara da pek alışık değiliz. O yüzden kursa geldiğim ilk hafta sadece ekmek ve pilav yedim. Ama Mehmet Akif Kur’ân Kursunda yemeklere baharat koymadan önce Moğol talebeler için bir miktar ayırıyorlar. Böylece Türk yemeklerine alışmamız daha kolay oluyor elhamdülillah.”

(Moğolistan’ın Bayan Ülgi bölgesinden Kazak öğrenci Akhnur)

***

“Burada deniz var; ama balık yok mu?” 

“Türkiye’ye geldikten bir süre sonra ilk defa İstanbul gezisine çıkmıştık. Hocamızla birlikte İstanbul’un en ünlü yerlerinden biri olan Çamlıca Tepesi’nde kahvaltıya gitmiştik. Önümüze hiç bilmediğimiz yemekler geldi. Tabaktaki tek tanıdığım şeyler; yumurta ve patates kızartmasıydı. Hepimiz çok şaşırmıştık. “Burada deniz var, peki kahvaltıda balık yok mu?” diye sormuştuk. Hocalarımız ise bizden daha çok şaşırdılar ve “Kahvaltıda değil ama öğle ve akşam yemeğinde balık yiyebilirsiniz.” diye bizi teselli ettiler. Aziz Mahmud Hüdâyî Kursumuzda -sağ olsunlar- bizler için özel hazırlanmış menü var. Her sabah mutlaka yumurta oluyor.”

(Endonezya’nın Açe bölgesinden Sarah isimli talebe)

***

“Pilav Nerede?”

“Fasl-ı Bahar’daki ilk kahvaltımı dün gibi hatırlarım. Yemekhanede acemice oturmuş, ablaların yemekhaneyi hazırlamasını izliyordum. Tek tek ekmek, zeytin, peynir ve haşlanmış yumurtalar taşınmaya başlandı. Ama ben merakla bekliyordum. Haşlanmış pirinç nerede kalmıştı? Yoksa kahvaltıda haşlanmış pirinç verilmeyecek miydi? Fakat ben sadece pirinçle doyardım. Tüm kahvaltı boyunca bu düşünceler zihnimde dolanıp durdu. Biz Filipinliler kahvaltıda mutlaka pirinç yeriz. Anneler çocuklarına pirinç yedirmeden okula yollamaz. Çünkü karınlar tam olarak tok olduğunda zihin de daha iyi çalışır. Sabah, öğle ve akşam pirinç soframızda mutlaka bulunur. Bu sebeple kahvaltıda pirinç yenmemesi bana çok ilginç ve garip gelmişti. Sonradan Türklerin çeşit çeşit, sebzeli, tavuklu pek çok pilav yaptıklarını öğrendim. Rabbimiz bizleri değişik biçimlerde, değişik kültürlerde, değişik damak tatlarıyla yaratmış. Aslında bu harika bir şey.”

(Nihaye Tumana isimli Filipinli öğrenci)

***

VE TABİİ YEMEK KÜLTÜRÜMÜZ. İSLÂM MEDENİYETİ İÇİNDEKİ EN BÜYÜK FARKLILIĞIMIZ VE ZENGİNLİĞİMİZ. KAZAK – KIRGIZ KAPIŞMASININ URFA – ANTEP KAPIŞMASINDAN FARKI YOKTUR.

“Sık sık düşünüyorum: Neden Türkiye’de patlamış mısır tuzlu?”

“Çin ve Türk yemekleri birbirinden çok farklı. Mesela bizde patlamış mısır, şekerli olur. Sık sık düşünüyorum, ‘Neden Türkiye’de patlamış mısır tuzlu yapılmış?’ diye. Bir de Türkiye’de yoğurt çok ekşi oluyor ama Çin’de yoğurt da şekerli. Bazen yoğurda meyve de koyarız. Ayranımızın tadı da şekerli ama burada ayran tuzlu. Hâlbuki sizin tatlılarınız çok fazla şekerli. Meselâ biz asla baklava gibi bir tatlıyı yiyemeyiz. Siz tatlılarınıza çok fazla şeker katıyorsunuz. O yüzden hiç anlamıyorum, bu kadar tatlı sevdiğiniz halde yoğurdu ve mısırı niye tuzlu yiyorsunuz?”

(Çinli Bai Xue isimli talebe)

***

TÜRK MİLLETİ OLARAK OLDUKÇA MERAKLIYIZ VE GARİP SORULARIMIZ DA YOK DEĞİL!

“Afrika’da BİM Var mı?”

“Türkiye’de bize en ilginç gelen şey, Türk öğrencilerin Afrikalıları çok tanımadıkları için bize sordukları değişik sorular. Bunlar bazen bizi güldürüyor bazen de düşündürüyor. Ama çoğunlukla aramızda şakalaştığımız ve bizi eğlendiren bir durum. İşte sordukları sorulardan bazıları: -Afrika’da kış oluyor mu? -Afrika’da BİM var mı? -Ölülerinizi gömüyor musunuz? -Neden bu kadar uzun boylu ve yapılısınız? Kısa boylular hakkında ne düşünüyorsunuz? -Yazın bronzlaşıyor musunuz? -Utandığınızda yüzünüzdeki kızarıklık belli oluyor mu? -Ayağınızda çorap varken parmak arası terliği nasıl giyebiliyorsunuz? Bunlar gibi daha nice nice sorular…”

(Burkina Fasolu Hanifa Bande isimli talebe)

***

“Cengiz Han çok insan öldürmüş mü?”

“Kursa ilk geldiğim yılda bir Türk talebe bana “Cengiz Han, Anadolu’ya saldırmış ve çok adam öldürmüş. Siz bunu biliyor musunuz?” diye sormuştu. Tabii o zamanlar yeni Müslüman olduğum için bu soru beni oldukça üzmüştü. Çünkü Cengiz Han bizim millî kahramanımızdır. Başkentte de dünyanın en büyük heykeli vardır. Ama İslâm’ı ve biraz da tarihi öğrenince bu soruların sebebini daha iyi anladım.”

(Gerel isimli Moğol talebe)

***

Dipnotlar: *) Lunaparklarda bulunan hız treni

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir