RÖPORTAJ: AYŞEGÜL BALTA
ÇOCUKLARIYLA HAYATA TUTUNAN BİR ŞEHİT ZEVCESİ
“Sabrı acı bir ilaç gibi yudum yudum içtim.”
- Hoş geldiniz! Bize kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Basima. Beş çocuk annesiyim. Beyim savaşta şehit oldu. 2014’te üç çocuğumla beraber Türkiye’ye geldik. Önce Sivas’a, sonra da İstanbul’a yerleştik. Şu an iki küçük çocuğumla beraber evli oğlumun yanında yaşıyoruz. Bir mesleğim yok, aslen ev hanımıyım. Fakat hayat şartları zor ve masraflar çok olduğu için çalışmaya başladım. Rahmetli beyim beni hiç çalıştırmamıştı. Maddî durumumuz yerindeydi. Hep evimin hanımı oldum. Bu sebeple önceleri çalışmak zor geldi. Fakat şimdi çok memnunum.
- Nerede çalışıyorsunuz?
Hüdâyî Vakfı’nın destek olduğu, 4-6 yaş arasındaki çocuklara hizmet veren bir Kur’ân kursunda çalışıyorum. Burası Diyanet’e bağlı bir kurum. Okulumuzda çoğunlukla imkânları sınırlı çocuklar var. Vazifelerim, yemek ve temizlik yapmak. Bu kurs, benim evim gibi oldu. Akrabalarımın bir kısmı savaşta vefat etti, bir kısmı da Suriye’de kaldı.
Kurstaki arkadaşlarım, ailem gibi oldular. Aynı zamanda bu kursta insanlara hizmet edebiliyorum. Elhamdülillah kursumuz, hem eğitim yuvası hem de teselli vesîlesi oldu. Burada görev yaptığım için mutluyum.
- Savaştan önce nasıl bir hayatınız vardı?
Ben ev hanımıydım. Beyim bir spor merkezinde koçluk yapıyordu. Üç tane şampiyonluğu vardı. Çok müreffeh bir hayatımız, geniş bir evimiz, iki arabamız vardı. Çocuklarımız güzel bir eğitim alıyorlardı. Mutlu bir hayat yaşarken ansızın savaş çıkıverdi.
Başkenti: ŞAM
Nüfus: 23.7 Milyon
Konuşulan Diller: Arapça,
Kürtçe, Türkçe, Ermenice, Aramice
Dini: Suriye’de savaş öncesi başlıca dinî gruplar şu şekildedir: %74 Sünni, %12 Nusayri, %10 Hıristiyan, %3 Dürzî.8 Görüldüğü gibi Suriye halkının çoğunluğunu Sünni Müslümanlar teşkil etmektedirler.
Para Birimleri: Suriye Lirası
Yüz Ölçümü: 185.180km2
Konumu: Suriye ya da resmî adıyla Suriye Arap Cumhuriyeti, Orta Doğu’da Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak, Türkiye ile; Akdeniz’de ise KKTC ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile komşu bir ülkedir. Başkenti ve en büyük şehri Şam, diğer büyük şehirleri Halep, Lazkiye, Humus’tur.
- Genelde, kamuoyunda şöyle bir algı var: Suriyeliler ülkelerinde kalıp savaşmalıydılar, Türkiye’ye gelmemeliydiler. Biz onlarla ekmeğimizi paylaşmak zorunda değiliz. Sizin bu konuda düşünceleriniz nedir, neler söylersiniz?
Eğer müsaade ederseniz, bu soruya en doğru cevabı vermek için hikâyeyi başından anlatmak isterim.
Savaş başladığında sivil halka, hanelere baskın yaptılar. Rejimin ordusuna katmak için gençleri zorla alıkoyuyorlardı. Beyim de bu gençleri evinde saklıyordu. Özgür Suriye Ordusu’nun ilk oluşum aşamalarıydı. Beyim evde gizlediği gençleri, kendi iradeleriyle bu orduya katılmaya ikna etmeye gayret ediyordu.
- Bu direnişte beyinizin önemli bir katkısı olmuş demek ki!
Evet, daha sonra kendisi de bizzat savaştı. Ordu içerisinde bir grubun lideriydi. O, Suriye’nin direnişi için elinden geleni yaptı. Bu sebeple rejim güçleri onu yakalayıp hapse attılar. Bir müddet sonra da idam ettiler.
Evimiz, rejim tarafından terörist evi ilan edilmişti. Artık burada yaşayamazdık. Kızım ve oğlum için çok endişeliydim. Baskın yapılan evlerdeki genç kızları alıyorlar, genç erkekleri de orduya katıyorlardı. Evimizi terk etmek zorunda kaldık. Sığınacak başka bir yer de yoktu. İki erkek kardeşim de hapisteydi. Yapılan işkenceler sebebiyle vefat ettiler. Üçüncü kardeşim de Özgür Suriye Ordusu’nda savaşırken şehit oldu. (Basima Hanım bunları anlatırken gözyaşlarını tutamıyor.) Beyim ve ardından da kardeşlerimi kaybedince benim için hayatın hiçbir anlamı kalmadı. Her şeyin, dünya hayatının gelip geçici olduğunu daha iyi anladım. Bu dönemlerde tek mutluluk kaynağım -kendimi teselli ettiğim şey- şehit zevcesi ve şehit kardeşi olmaktı. Ve tabii –inşaallahâhirette onlara kavuşacak olmam.
Büyük oğlum Ammar, on altı yaşındaydı. Babasının ve amcalarının şehadetlerinin ardından Özgür Suriye Ordusu’na katıldı. Suriye’nin özgürlüğü için dört sene savaştı. Kolundan ağır yara aldı. Bu hâlde savaşa devam edemezdi. Onu artık sivil bir hayat yaşamak üzere İdlib’e göndermek istediler. Ammar, bu olaydan sonra Türkiye’ye gelmek istedi, çünkü biz de yalnızdık. Ammar’ın küçüğü olan oğlum, o zaman henüz on üç yaşındaydı. Biz şu an Ammar ile beraber yaşıyoruz.
Evet, netice-i kelâm, ardımızda dört şehit bırakarak Türkiye’ye hicret ettik. Kimse vatanını bırakıp tanımadığı bir yerde yaşamak istemez. Buraya mecbur olduğumuz için geldik. Namusumuzu, iffetimizi korumak için. Türk insanına olan güven duygumuz ile geldik. Ecdâdının mirasına sahip çıkacağını umarak geldik. Onlar da kapıları kapatsaydı âkıbetimiz çok fecî olurdu. Her zaman Türklere duacıyız.
- Bu savaş ve ardından yaşadığınız göç, size neler öğretti?
Sabır ve cesaret! Sabrı acı bir ilaç gibi yudum yudum içtim. Şükürler olsun Rabbime, bize dayanma gücü verdi.
Cesaret! Küçük çocuklarımla hayata tutundum. Babası şehit olduğunda küçük kızım iki yaşındaydı. Dışarıda babasıyla bir çocuk görse “Babam niçin gitti?” diyerek hâlâ babasına özlem duyuyor. Bomba sesleri çocuklarımızı o kadar ürkütmüştü ki şimdi bir uçak geçse veya havâi fişek sesi duysalar aniden ürperiyorlar.
Onlar için güçlü olmaya mecburdum ve cesaret gösterip onları korumak için elimden geleni yaptım. Ortanca oğlum, Türkiye’ye geldiğimizde on üç yaşındaydı. Ailemizi geçindirmek için hemen çalışmaya başladı. Okula gidemedi. Onlar da küçük yaşta sorumluluk almayı öğrendiler. Bu çileler daha çok olgunlaşmamıza vesile oldu.
Beyim ve ardından da kardeşlerimi kaybedince benim için hayatın
hiçbir anlamı kalmadı. Her şeyin, dünya hayatının gelip geçici
olduğunu daha iyi anladım. Bu dönemlerde tek mutluluk kaynağım
-kendimi teselli ettiğim şey- şehit zevcesi ve şehit kardeşi olmaktı.
Ve tabii –inşaallah- âhirette onlara kavuşacak olmam.
- Teşekkürler Basima. İnşaallah evlâtlarınızla huzurlu, mutlu bir hayat yaşarsınız.
Âmin. Ben teşekkür ederim.
EĞİTİMİN YANI SIRA İNSÂNÎ YARDIM HİZMETLERİNE DE GÖNÜL VEREN BİR ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ
“Çok eşya almayın! En fazla bir ay sonra döneriz.”
- Hoş geldiniz. Kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Gufran. Öğrenciyim. Suriyeliyim. Türkiye’de ailemin yanında kalıyorum. Savaştan önce hukuk fakültesi ikinci sınıfı bitirmiştim. Dil zorluğunudan dolayı Türkiye’de hukuk eğitimime devam edemedim. Şu an ilahiyat fakültesinde okuyorum ve tercümanlık yapıyorum.
- Nerelerde tercümanlık yapıyorsunuz?
Hüdâyî Vakfı gönüllüsü olarak vazife yapıyorum. Vakfın maddî yardımlarını ihtiyacı olan insanlara
dağıtıyoruz. Gönüllü ekibimizle beraber aile ziyaretleri yapıyoruz. Bu ziyaretlerde tercümanlık yapıyorum. Böylelikle ekibimizin muhtaç ailelere ulaşmasına yardımcı oluyorum. Bu hizmeti çok seviyorum. Muhtaç insanların yüzünde bir tebessüme, aç olanların sofrasında bir lokmaya vesile olmak benim için çok mutluluk verici…
- Savaştan önce nasıl bir hayatınız vardı?
Savaştan önce mutlu ve rahat bir hayat yaşıyorduk. Büyük, güzel bir evimiz ve arabamız vardı. Babam ticaretle uğraşıyordu. Annem ev hanımıydı. Yedi kardeşiz. Hepimiz başarılı öğrencilerdik. Beş kardeş üniversitede okuyorduk. Büyük abim iktisat mezunuydu. Ablamın hukuk fakültesinden mezun olması için iki dersi kalmıştı. Kardeşim Ayşe inşaat mühendisliğinde, küçük abim de makine mühendisliğinde okuyordu. Her şey yolunda gidiyor, huzur, afiyet, sevinç içinde bir hayat yaşıyorduk. Tâ ki 25.08.2012’de rejim güçleri, şehrimize ilk baskını yapana kadar…
- Savaşla beraber hayatınızda neler değişti?
İlk baskından sonra huzurun yerini kaos, sevincin yerini matem aldı. İki gün içinde sekiz yüz kişi şehit düştü. Bizim evimiz baskın yapılan yere uzaktı. Abilerim ise savaşın merkezindeydiler. Yaralanan kişilere tıbbî hizmette bulundular. Ortalık durulduktan sonra, herkes evine döndü. Ama hiçbir şey eskisi gibi değildi artık. Şehrin sokakları, kan ve vücut parçalarıyla doluydu. Abilerim ve diğer gençler, sokakları temizlediler.
Birkaç ay sessizlik… Ardından rejim güçleri, ikinci baskını yaptı. Guta’yı kuşattı. Bu sefer daha çok şiddet uygulanıyordu. Suçsuz olmalarına rağmen genç erkekleri tutuklamaya başladılar. Sivil insanların evlerine baskın yaptılar. Aileler katliamdan korktukları için şehir dışına göç etmeye başladı. Biz de durumun tehlikeli olduğunu anladıktan sonra Şam’dan çıkma kararı aldık.
Babam bize ümit veren, bizi teselli eden sözler söylüyordu: “Çok eşya almayın. En geç bir ay sonra döneriz.” Bu sözler, evin duvarlarında yankılanıyordu. Ama ben bir şeylerin ters gittiğini anladım. Sevdiğim, beni mutlu eden şeylerle vedalaşmam gerekiyordu. Doğup büyüdüğüm şehirden ayrılmak çok zordu. Arkadaşlarımı, sevdiğim güzel insanları tekrar görebilecek miydim? Rahat yatağım, elbiselerim, evimin bahçesindeki güzel kokulu çiçekler ve limon ağacı… Her biriyle tek tek vedalaştım. Her şeyi geride bırakıp Allah’a emanet ettik. Tekrar selametle dönmek için dua ettik.
Bizim için bundan sonra telaşlı, meçhul bir yolculuk başladı. Bir bölgeden başka bir bölgeye, bir evden başka bir eve taşınıp durduk. Düzen, hayalden başka bir şey değildi. Bir keresinde amcalarım ve halalarımla beraber kırk dokuz kişi bir evde kalmıştık. Sabah namazından önce yarım saat abdest sırası bekliyorduk. Elimizde kalan sınırlı imkânlarla geçinmeye çalışıyorduk. Önceden bir yemeği dokuz kişi paylaşırken artık kırk dokuz kişi paylaşıyorduk. Biz, bunların başımıza geleceğini hayal bile edemezdik. Çok zor günler geçirdik.
Bize en zor gelen şeylerden biri de eğitim hayatımızın yarıda kalmasıydı. İlim öğrenmek ve insanlığa faydalı olmak, ailemizin vazgeçilmez bir düstûrudur. Bunun için çok çalışıyorduk. Fakat üniversite mezuniyeti, mühendislik hayalleri hepsi yarım kaldı. Ümitlerimizi, kırık dökük hayallerimizi, bir çuvala doldurur gibi sırtımıza yükledik ve vatanımızı terk etmek zorunda kaldık. Artık biz de Suriye sınırındaki sonu görünmeyen sırada bekliyorduk. Göç eden ailelerin sırasında… Ağlayan çocuk ve kadın sesleri, üzerimizde dolaşan savaş uçaklarının seslerine karışıyordu.
- Kamuoyunda mültecilere en çok yöneltilen soruyu size de sormak istiyorum. Neden Suriye’de kalıp savaşmadınız? Neden göç ettiniz?
İnsanlar sokaklarda gördükleri Suriyelilere bakıp göçü değerlendiriyorlar. Sokakta görülen manzaralar,
göçü temsil edecek bir niteliğe sahip değil ki. Meselâ kimi ailenin, hattâ sülâlenin mesleği dilenciliktir. Bu insanlar savaştan önce de Suriye’de dilencilik yapıyorlardı. Evet, bu durum oldukça sıkıntı verici ama tüm Suriye halkını bunlarla aynı kefeye koymayınız lütfen.
Her şeye rağmen Türkiye bize kapılarını açtı. Her zaman Türk devletine ve milletine minnettarız.
- O hâlde göçün arka planında neler var, bunlardan bahseder misiniz?
Biz sivil ve silahsız bir halktık. Öğrenciler ve meslek sahipleri olarak askerî gücümüz yoktu. Bizi koruyup haklarımızı gözetmesi gereken devletimizin, askerî gücünü bize karşı kullanacağına dair bir öngörümüz de yoktu. Bu, iki devlet arasında bir savaş değildi. Kardeşlerin birbirini öldürme tehlikesi vardı. Bazı erkekler, bu sebeple savaşa katılmak istemediler.
Bundan başka, anneleriyle göç eden masum çocuklara kim sahip çıkacak, sınırsız ihtiyaçlarını kim karşılayacaktı? Kadınların iffetini kim koruyacaktı? Ailesiz kalan, sokaklarda başıboş dolaşan çocukları çok büyük riskler bekler, bilirsiniz. Birçok aile çocuklarına sahip çıkmak için göç etti. Göç eden ailelerin büyük bir kısmı vatanlarını savunmak için evlatlarını, kardeşlerini, Suriye’de bırakmıştı. Bazı mücâhitler de zevcesini ve çocuklarını Allah’a emanet edip savaşmak için geride kaldı. Yani şu an Türkiye’deki mevcut ailelerin büyük çoğunluğu geride şehit ve gazi bırakarak göç ettiler.
Abilerim de Şam’da kalmaya karar vermişlerdi. Onların yaşam şartları bizden çok daha zordu: açlık, kuşatma, bombalama… Devamlı ölüm tehlikesi altında yaşadılar. Onlarla iletişim kurmak neredeyse imkânsızdı. Çok uzun bir süre onlardan habersiz yaşadık.
Beş sene boyunca çeşitli hizmetlerde bulundular. Şehirde kalan gençlerle yerel bir konsey kurdular. Demokratik bir düzenle askerî, ekonomik ve sosyal yönden şehri idare ettiler. Büyük ağabeyim, şehir kaynaklarını yönetmesi için malî işlerden sorumlu olarak vazifelendirildi. Su, ilaç ve yiyecekleri kuşatma altındaki sivillere dağıtıyorlardı. Kendileri de bizzat tıbbî hizmette bulundular. Enkaz altındakileri kurtarırken yaralandılar. Küçük ağabeyim ise çeşitli eserleri topladı ve arkadaşlarıyla yer altında 14.000 kitap içeren bir kütüphane kurdu. Bu kitapların arasında el yazması eserler de vardı. Kültürümüzü korumak için mücadele verdiler.
Yani biz de diğer aileler gibi iki genç fidanımızı vatan savunması için geride bırakıp Türkiye’ye göç ettik.
İlim öğrenmek ve insanlığa faydalı olmak, ailemizin vazgeçilmez bir
düstûrudur. Bunun için çok çalışıyorduk. Fakat üniversite mezuniyeti,
mühendislik hayalleri hepsi yarım kaldı. Ümitlerimizi, kırık dökük
hayallerimizi, bir çuvala doldurur gibi sırtımıza yükledik ve vatanımızı
terk etmek zorunda kaldık. Artık biz de Suriye sınırındaki sonu
görünmeyen sırada bekliyorduk. Göç eden ailelerin sırasında…
- Yaşadıklarınız size neler öğretti?
İlimden daha kıymetli bir şey olmadığını anladım. Ancak, ilim seninle kalıyor. Dünyanın hâlleri ise sürekli değişiyor. Bugün zenginsin, yarın fakir… Bugün güçlü, yarın ise zayıf olabilirsin. Kibirli olmamızı gerektirecek bir durum yok. Çünkü sahip olduğumuz her şeyi Allah veriyor. Ve bunları bir gün elimizden alabiliyor. Yaşadıklarımdan, elimizdeki nimetlerin değerini bilmeyi ve her şey için Allah’a şükretmemiz gerektiğini öğrendim. Sabır, sorumluluk ve yardımlaşmanın ne kadar önemli olduğunu bizzat yaşayarak gördüm.
Evet, bizim için vatanımızdan göç etmek çok zor oldu. Ama iyi tarafları olduğunu da düşünüyorum. Çünkü bize çok şey öğretti. Yeni insanlarla, farklı kültürlerle tanışmamızı sağladı. Farklı düşünce ve görüşe sahip insanları kabul etmeyi ve saygı duymayı öğretti.
- Anlattıklarınız göç hâdisesine daha farklı bir pencereden bakmamıza yardımcı olacak. Dergimiz adına teşekkür ederim Gufran. Eğitim hayatınızda başarılar diliyorum.
Bu güzel fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
Bu, iki devlet arasında bir savaş değildi. Kardeşlerin birbirini
öldürme tehlikesi vardı. Bazı erkekler, bu sebeple savaşa
katılmak istemediler. Bundan başka, anneleriyle göç eden
masum çocuklara kim sahip çıkacak, sınırsız ihtiyaçlarını kim
karşılayacaktı? Kadınların iffetini kim koruyacaktı?
***
KENDİNİ SÂLİHÂ HANIMLAR YETİŞTİRMEYE ADAMIŞ GENÇ BİR HANIMEFENDİ
‘’Biz de eğitim nesli olarak vatanımızı savunacağız.’’
- Bize kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Rudeyna. 1997’de Halep’te dünyaya geldim. İmam-Hatip Lisesine Suriye’de başladım, Adana’da mezun oldum. 7 kardeşiz, en küçükleri benim. Annem ev hanımı, babam emekli. Suriye’de yaşıyorlar. 6 yıldır, Türkiye’de, ablamın yanında yaşıyorum. Yani uzun süredir anne babamla ayrıyız.
- Bu gurbet -inşaallah- bir gün biter ve huzurlu ortamlarda tekrar bir araya gelirsiniz.
İnşaallah.
- Peki, nelerle meşgulsünüz?
Zerafet Kur’ân Kursunda eğitim alıyorum. Bu, üçüncü yılım. İslâmî ilimleri -akaid, siyer, fıkıh gibi- öğreniyorum. Kendimi yetiştirip milletime mânen destek olmak istiyorum. Askerlerimiz silahlı savunma yaparken biz de eğitim nesli olarak vatanımızı savunacağız. Bir milleti âbâd eden de berbâd eden de kadındır. Bundan yola çıkarak, sâlihâ hanımlar yetiştirmek istiyorum. Duâlarım; yitip gitmiş bir millet için değil, bayrağı semâda dalgalanan, onun altında hür ve güçlü bir millet olmak için!
- Allah gayretlerinize bereket versin, inşaallah bu ulvî gayeye ulaşırsınız.
İnşaallah, bu en büyük temennim.
- Savaştan önce nasıl bir hayatınız vardı?
İçinde ne kurşun vardı ne de savaş… Çok huzurlu ve mutlu bir hayatım vardı. Hatırlıyorum: Okul dönüşünde bizi, soba üzerinde kızarmış, çıtır ekmek ve mis gibi çorba kokuları karşılardı. Amcalarım ve kuzenlerimle her akşam bir evde buluşur, otururduk. Savaştan önce maddî durumumuz gayet iyiydi. Tandırda yemek, ekmek pişirmek nedir bilmezdik. İhtiyacımız olduğunda gider, fırından alırdık.
- Savaşla beraber hayatınızda neler değişti?
Dokuzuncu sınıftaydım. Sınavlar henüz bitmişti ki okulumuza ilk bomba düştü. Ailem ve akrabalarımızla birlikte köyümüze kaçtık. Daha evvel hiç köyde yaşamamıştık. Tek odalı bir evde elli yedi kişi kaldık. Köye ilk gittiğimiz de mevsim yazdı. Ramazan ayıydı. Ev çok kalabalık olduğu, hava da müsait olduğu için erkekler ağaç altında yatıyorlardı. Bu açıdan yaz mevsimi bize rahmet oldu.
İlerleyen zamanlarda çamur ve taşla duvar örerek odalar yaptık. O sıralar piyasada her şey fahiş fiyatla satılıyordu. Bir kilo şekerin fiyatı, 15.000 Suriye Lirası (300 TL), tüpün fiyatı 25.000 Suriye Lirası (500 TL) oldu. Paramız bitmeden önce bebeklerin sütünü ısıtmak için bir tane tüp almıştık. Tüp bitince mumla ısıtmaya çalıştık. Ne tüp bulabiliyorduk ne ekmek… Yemeklerimizi odun ateşinde, ekmeklerimizi tandırda pişiriyorduk. O dönem içerisinde ekmek nasıl yapılır, tandırda odun nasıl yakılır öğrenmiş olduk. Bunları daha önce hiç bilmiyorduk. Ocakta yemek pişirmenin, taze ekmek alıp yemenin kıymetini daha iyi anladık.
Ramazan’dan sonra erkekler Halep’e döndüler. Bir kısmı kurtuluş mücadelemiz için orduya katıldı. Ayda bir kere, askerlerimize Türkiye’den ekmek gönderiliyordu. Askerler de kendileri yemeyip haklarını çocukları için saklıyorlardı. Bir kısmını da bize veriyorlardı. Daha önce Türk ekmeği yememiştik. Bizim ekmeklerimize hiç benzemiyordu. Bayattı ama boğazımızdan hiç olmazsa bir lokma ekmek geçiyordu.
Humus’ta iki yıl boykot oldu.Yiyecek giriş çıkışı yasaktı. Orada yaşayan insanlar açlık sebebiyle ağaç yapraklarını haşlayıp yediler. Hiçbir şekilde onlara yardım edemiyorduk. Humus’ta birçok insanın şehit olduğunu duyduk. Bir çocuk, “Ölmek istiyorum, çünkü Allah katında ekmek var, onu yiyeceğim.” diyerek şehit oldu. Bu çocuğun çığlığına tüm dünya kulaklarını tıkadı. Bunları anlatmak hiç kolay değil. Düşündükçe o anlara geri dönüyorum. Daha doğrusu hiç aklımdan çıkmıyor. Neden özellikle ekmek üzerinde duruyorum? Çünkü an geliyor, o bir lokmaya muhtaç kalabiliyor insan. Sokaklarda çöpe atılan ekmekleri görünce o günler gözümün önüne geliyor, içim sızlıyor.
Kendimi yetiştirip milletime
mânen destek olmak
istiyorum. Askerlerimiz
silahlı savunma
yaparken biz de eğitim
nesli olarak vatanımızı
savunacağız.
- “Suriyeliler neden ülkelerinde kalıp savaşmadılar? Neden Türkiye’ye göç ettiler?” sorusu çok soruluyor. Aslında bu soruya kısmen cevap verdiniz. İlâve etmek istediğiniz bir şey var mı?
Bizleri zorla rejimin ordusuna dâhil etmeye çalışıyorlardı. Orduya almak istedikleri kişiye, ailesi üzerinden türlü tehditlerde bulunuyorlardı. Orduya zorla katılan bir Suriyeli, rejimin askerlerinin yanında, kendi milletinden, canından kanından insanları öldürmek zorunda kalıyordu. Akrabalarımızdan olan iki kardeşten biri, Esed’in ordusunda komutandı; diğeri de Özgür Suriye Ordusu’nda savaşıyordu. Birbirleriyle savaşmak zorunda kaldılar. Bu gibi sebeplerden dolayı Türkiye’ye göç ettik.
- Başınızdan geçen bu olaylar, size başka neler öğretti?
Nîmetin, îmânın, malın, vaktin değerini öğrendim. Allah tarafından imtihan olmanın ne demek olduğunu bizzat yaşayarak gördüm. Rabbim türlü hikmetler murad ettiği için bize bu imtihanları veriyor. Böylelikle kimin güçlü bir akîdeye, kimin taklidî imana sahip olduğu ortaya çıkıyor. Herkes kendi kendisinin şâhidi oluyor.
Maalesef, savaş ortamını yaşadığı hâlde, bunlardan ders almak yerine dînî hayatından taviz verenler oldu. Hattâ göçten sonra ufak bir boşluğu fırsat bilip “Ne yapalım, toplum böyle…” diyerek tesettüründen vazgeçenleri gördük. Savaş ve ölüm korkusu ortadan kalkınca Allah korkusunu unuttular. Aslında, Rabbimiz nazarında elekten geçiyorduk. İman zayıflığıyla taviz verenler eleğin altında, sabırla tevekkül edenler de eleğin üstünde kaldı.
Bütün bunlara rağmen ben hiç ümitsiz değilim. İnşaallah biz, mânen daha güçlü bir nesil olacağız. Yeni Suriye’yi bizler inşâ edeceğiz.
- İnşaallah Rudeyna! Bu ümitleriniz, dualarınız ve gayretiniz elbette boşa çıkmaz. Teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.