“KABİLİYETLERİNİZİ PAYLAŞIN, HAYATLARI DEĞİŞTİRİN!”
Manevî yolculuğumun bir parçası olarak bedensel bir yolculuğa da çıkmaya karar verdiğim anı çok iyi hatırlıyorum. Gönüllü doktor olarak kendi memleketim olan Filipinler’de çalıştığım üç sene boyunca silahlı çatışma, tayfun ve daha başka felâketlere tanıklık edince rûhen ve kalben uzlete çekilebileceğim bir yer arayışına girdim. Elhamdülillah, uluslararası bir sivil toplum örgütünde gönüllü olarak doktorluk yapma imkânına eriştim. Benden; Moğolistan, Sierra Leone ve Etiyopya olmak üzere üç ülke arasında tercih yapmam istendi. Nihayetinde bazı sebeplerden ötürü Etiyopya’ yı seçtim.
Etiyopya, tarihî ve dinî öneminden dolayı benim serüvenime eşlik edecek harika bir seçenekti. O vakitler, bu ülke hakkında çok az malumat sahibiydim.
Etiyopya, bir zamanlar Orto- doks-Hristiyan imparatorluğunun merkeziydi ve Mekke’de Müslümanlara reva görülen zulümden dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in önde gelen sahabilerini gönderdiği ilk hicret yeri olan ‘Habeşistan’ olarak biliniyordu. Bazı sahabiler de orada medfundur ve bu sebeple turistlerin uğrak yeri hâline gelmiştir. Ayrıca Etiyopya, Bilâl-i Habeşî (r.a.)’ın da memleketiydi.
“Somali Yarımadası”ndaki bu Afrika ülkesi, kendisini ciddî derecede sarsan kıtlık ve bu sebepten hayatını kaybeden milyonlarca insandan dolayı tanındı. Maalesef ki bundan dolayı Etiyopyalılar; yoksul, aç ve yetersiz beslenmiş “Afrikalı çocuklar”ın temsili olarak bilinegeldi.
Manila’dan Etiyopya’nın başkenti olan Addis Ababa’ya uçuş, molalara bağlı olarak değişiklik göstermekle beraber genelde 11-15 saat arası sürüyor. Havaalanına ayak bastığınızda ülkeyle ilgili bir izlenim ediniyorsunuz. Bu havaalanının diğer uluslararası havaalanlarına nazaran ne kadar da sakin ve tenha olduğu- nu hemen fark ettim. İnsanlar da oldukça nâzik ve sakindi. Sebebini bilmiyorum, fakat bu manzaradan çok etkilendim. Oraya varmadan önce çok huzursuzdum ve endişelerim vardı. Ama elhamdülillah, o mekân bana huzur verdi. Adeta birisi bana endişelenmeyi bırakmamı ve rahat olmamı söylüyordu.
Çalışmaya başlamadan önce hazırlık yapmak amacıyla yaklaşık bir ay Addis Ababa’da konakladım. Öncelikle bu çalışmayı organize eden kurumumuzdan görevimizle ilgili bilgi edinmeliydim ve gideceğim yerde ihtiyaç duyacağım bazı şeyleri satın alıp temin etmeliydim. Görünen o ki; bir senemi geçireceğim bu bölgede her ihtiyacımı bulmak mümkün değildi. Aynı zamanda Etiyopya’nın ulusal dili olan ve birçok kelimesi Arapçayla benzerlik gösteren Amharcayı da temel düzeyde öğrenmeliydim. Bu ülkenin kültürünü, yiyeceklerini, insanlarını daha fazla tanıyabileceğim, heyecan veren bir ay geçirecektim.
En çok dikkatimi çeken şey, yiyecek kültürleri; ilk dikkatimi çeken yiyecek ise mayalanmış, yumuşak ve büyük bir yassı ekmek olan ve üzerine salata ile yahni koyarak tükettikleri temel gıda maddeleri “injera” oldu. Bu ekmek, el ile koparılan küçük parçaları kullanılarak tabaktan salata ve yahni almak suretiyle yeniliyor. Genellikle insanlar büyük bir tabaktan beraber yiyor. En meşhur içeceği “Etiyopya Boona” yani Etiyopya kahvesi. Bence dünyadaki en iyi kahve, Etiyopya kahvesi. Etiyopya’nın kahvenin kaynağı olduğu söyleniyor. Etiyopya’da kahve ikramı, akrabalar ve arkadaşlarla toplanma sebebidir.
Etiyopya’nın yemek kültürü, birliktelik ruhuna sahip, sıcakkanlı ülke insanını yansıtıyor. Müslüman ya da Hristiyan olmanız veya farklı etnik gruplardan olmanız hiç fark etmiyor. Her iki grupta da ortak bazı gelenek ve âdetlerin olduğunu ve bunların hepsinin bir şekilde Arap-İslâm kültürü ile bağlantılı olduğunu görmek de etkileyici ve heyecan verici. Meselâ, misvak kullanımı hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar arasında o kadar yaygın ki; hayatımda bu kadar sık misvak kullanılan bir toplum görmedim.
İbadet yerlerine giderken Müslüman kadınların yanı sıra bazı Hristiyan kadınlar da başını örtüyor.
Daha da ilginci, Hristiyan Etiyopyalılar çoğunlukla domuz eti yemiyor ve düzenli olarak nafile oruç tutuyor. Ancak Müslümanlar pazartesi ve perşembe günleri İslâm’da bilinen şekliyle oruç tutarken, Hristiyanlar salı ve çarşamba günleri et yemeyerek oruç tutuyorlar. Genel olarak Müslüman ve Hristiyan ilişkileri güzel. İlk Müslümanlar, bu topraklara geldikleri andan itibaren güzel karşılanmışlar. Yüzyıllardır Müslüman ve Hristiyan halk arasında iyi ilişkiler hâkim.
Aralarındaki güzel münasebetleri düğün gibi organizasyonlarda da görmek mümkün. Oradayken iki düğüne iştirak ettim. Müslüman ve Hristiyan konukların ikram sofralarını ayrı tutma çabaları beni etkiledi. Aynı çaba, kahve içmek için toplanmalarında ve iş yerlerinde de görülüyor. Birbirlerine ne kadar saygılı olduklarını görebiliyorsunuz.
Fakat ne yazık ki; dış etkilerle birlikte bazı sorunlar baş göstermeye başladı. Özellikle de Tunus, Mısır, Libya gibi Arap kültürü etkisindeki Afrika ülkelerini de etkisi altına alan “Arap Baharı”ndan sonra, çoğunluğu Hristiyanlardan oluşan hükümet yetkilileri tedirgin bir tavır takınmaya başladı. Ben Etiyopya’dan dönmeden önce, bazı imamların -diğer bir deyişle ulemânın- hapse atılmasından dolayı Müslümanların mitingler ve protestolar düzenlediklerini hatırlıyorum. Aynı zamanda hükümet tarafından desteklenen ve yanlış bilgiler yayan ilim adamları da türemeye başlamıştı.
Asıl sorun, Etiyopya hükümetiydi.
Çünkü son Hristiyan kralın devrilmesinden sonra, ordu yönetime el koyarak diktatörlükle devleti yönetti. Cumhuriyetin ilanından önceki on yedi sene zarfında da marksist-komünist bir hükümet ülkeyi yönetti. Etiyopyalılar, sultanlıktan yakın zamandaki marksist hükümetlere kadar, devletlerinden zulüm, suistimal ve yolsuzluk gördüler. Müslümanlar bu zulümlerde özellikle hedef seçiliyordu. Yaşadıkları bütün bu sıkıntılara rağmen çilekeş Habeşliler, iyi huylu, sakin ve sabırlı insanlar…
Güzel ve kalabalık bir şehir olan Addis Ababa’da bir ay geçirdikten sonra arabayla dokuz on saat süren yolculuk sonunda Afar bölgesine ulaştım. Taştan dağları ve yarı kurak çölü görmek, benim için gerçeküstü bir deneyimdi. Bitmek bilmez tozlu beton yolları, uzaklarda görünen deve kervanlarını ve hayvan sürülerini hatırlıyorum. Yol boyunca birkaç geleneksel göçebe evi de gördük, bunun yanı sıra tek kalmış bazı binaların olması benim için oldukça şaşırtıcıydı. Bu manzaradan dolayı dehşete kapıldım ve bu yerde yaşayabilir miyim diye kaygılanmaya başladım.
Misvak kullanımı hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar arasında o kadar yaygın ki; hayatımda bu kadar sık misvak kullanılan bir toplum görmedim. ibadet yerlerine giderken Müslüman kadınların yanı sıra bazı Hristiyan kadınlar da basını örtüyor.
Daha da ilginci, Hristiyan Etiyopyalılar çoğunlukla domuz eti yemiyor ve düzenli olarak nafile oruç tutuyor.
Ancak Müslümanlar pazartesi ve perşembe günleri İslâm’da bilinen şekliyle oruç tutarken, Hristiyanlar salı ve çarşamba günleri et yemeyerek oruç tutuyorlar.
Afar, ülkenin kuzeyinde yer alan bir eyalet ve Afarlıların anavatanı. Bu bölgenin bir kısmı, dünyanın en sert iklimine sahip ve en sıcak olan yeri. Afar bölgesi tamamıyla yarı kurak ve bu bölgeye neredeyse ‘çöl’ diyebiliriz. Sert ve genellikle de sene boyunca çok az yağış alan kuru bir iklime ve kavurucu sıcaklara sahip. Musluk suyu sıcak ve tuzlu akıyor ve kullanılmadan önce soğutulması gerekiyor. Etiyopya’nın geri kalanı 10-25 derece arasında değişen daha düşük sıcaklık değerlerine sahipken, sıcaklık burada 40 dereceye kadar çıkıyor ve bazı bölgelerde 50 derece- ye ulaştığı oluyor.
Afar sadece bölge olarak ilginç değil, insanları da çok ilginç. Çoğunluğu çoban ve Arap bedevîleri gibi göçebe hayat yaşıyorlar. Deve, koyun ve sığır sürüleriyle beraber sürekli hareket hâlindeler. Oldukça gururlu insanlar. Habeşli, Etiyopyalı veya Afrikalı olarak tanınmaktan ziyade Afarlı olarak bilinmek isti- yorlar. Diğer Etiyopyalılardan farklı bir kültürleri var. Amharca dilinden tamamen farklı, kendilerine has bir dilleri ve yazı çeşitleri var. Aynı zamanda 7. yüzyılda İslâm ile tanıştıkları için kendilerini Müslüman olarak tanımlıyorlar. Afar, Etiyopya’da çoğunluğun Müslüman olduğu birkaç bölgeden biri.
Etiyopya’da ne kadar Müslüman olduğu konusunda bir netlik yok. Devlet, Müslümanların nüfusun üçte birini oluşturduğu ve Ortodoks Hristiyanlara nazaran azınlık oldukları bilgisini veriyor. Ancak başka kaynaklar, Etiyopya’da yüzde 90’ı Müslüman olan birçok bölge olması nedeniyle nüfusun yüzde 50’sinden fazlasını Müslümanların oluşturduğunu söylüyor.
Etiyopyalı Müslümanlar çok onurlu insanlar. Neredeyse tanıdığım tüm Müslümanlar dindardı. Hatta orada birisi bana Müslümanların birçoğunun tasavvuf fikrine yakın olduğunu, fakat dışardan gelen birinin bu durumu çok fark edemediğini söylemişti. Bence Etiyopya’daki insanlar, dinî inançlarını ifade etmekte ve dinlerini yaşamakta oldukça özgürler. Orada bulunduğum zaman zarfında bazı Müslüman hanımların tam tesettürlü olduklarını, bazılarının ise tesettürlü olmadıklarını gördüm. Giyim konusunda muhafazakâr ve mütevazı bir tarzları var.
Etiyopyalı Müslümanlar, namaz konusunda çok dikkatliydiler. Bu yüzden çöl boyunca yolda herhangi bir yerde namaz kılmışlığım çoktur. Çünkü insanlar yolculuk esnasında mola verip namazlarını eda ediyorlardı. Açıkçası “Müslüman ülke” olduklarını iddia edenlerden çok daha iyiler bu konuda. Tabii bunu ilk başta fark edemeyebiliyorsunuz. Çünkü muhteşem ve sanatkârâne yapılmış büyük camileri yok. Onun yerine gecekondu gibi, derme çatma, dallardan ve çamurdan inşa edilmiş mescidlerde namazlarını kılıyorlar. Başkentte büyük camiler de var fakat çok az sayıda. Bu yüzden ezanı duymak pek mümkün değil. Süslü medreseleri veya İslamî eğitim veren okulları yok. Onun yerine derme çatma mescitlerde çocuklara Allah’ın kelâmını öğreten yaşlı adamlar var. Eğer aile zenginse, çocuklarına -özellikle de kızlarına- evlerinde Kur’ân öğretecek özel hoca tutuyorlar.
Etiyopya’da özellikle cuma günlerini çok seviyordum. Çünkü Etiyopya o günün Cuma olduğunu, mü’minlerin bayramı olduğunu hissedebileceğiniz birkaç ülkeden biri bence. Radyolarında gün boyunca ilahî ve salavatlar çalıyor. Televizyon kanallarında da düzenli İslamî programları mevcut.
Ramazan ayı girdiğinde de insanların aniden duymaya başladıkları heyecan ve neşe sebebiyle bu özel ayın ruhunu bütün bir ay boyunca gerçek mânâda hissediyorsunuz.
Gün boyunca süren uzun bir yolculuktan sonra işyerime varabildim. Burası, Dubti ismindeki küçük bir kasabanın ortasında bir hastaneydi. Benim geleceğimi bilen bir doktor dışında kimsenin benden haberi yok gibiydi. Bana birkaç ay boyunca yaşayacağım yeri gösterdiler. Hastane yerleşkesinde bulunan bir daireyi Etiyopyalı çocuklu bir aile ile paylaşacaktım. Fakat kendime ait bir alanım; lavabom, mutfağım ve yatak odam vardı. İlk yaptığım iş, kaldığım yeri tümüyle temizlemek oldu ve –elhamdülillah- komşularım yani ev arkadaşlarım çok yardımcı oldular. Addis Ababa’dan yanımda bir sürü şey getirmiştim: yatak, buzdolabı, su filtresi, mutfak gereçleri, yiyecek… Su borularının tuvalete bağlanması ve diğer eksiklerin yerine getirilmesi gerektiği için kalacağım yeri yerleştirmek birkaç günümü aldı.
Sonraki günlerim, hastane personeline, farklı bölümlerin başhekimlerine ve sonra da bizim ortak organizasyon kuruluşumuz olan UNICEF Sağlık Dairesi’ne takdim edilmekle geçti. Farklı zeminlerden farklı insanlarla tanıştığım yoğun ve heyecanlı haftalardı.
Tanıştıklarım arasında beni en çok etkileyenlerden biri, Afarlıların kendisine Valerie veya Maalika adıyla hitap ettiği bir hanımdı. Aslen Avustralyalı bir Müslüman olan bu hanım, Afarlı bir adamla evliydi.
Yirmili yaşlarında gönüllü sağlık hizmeti uzmanı olarak Etiyopya’ya gelmişti ve kırk seneyi aşkın bir sü- redir burada yaşıyordu. Biz tanıştığımızda altmış yaşlarındaydı. Bura- da yaşamasının sebebini anlamaya çalışıyordum. Bu, benim için akıllara durgunluk veren bir durumdu. Zengin ve müreffeh bir ülkeden gelmiş olan bir kadının, hayatındaki onca konforu terk edip özellikle de dünyanın en fakir ülkelerinden olduğu düşünülen bir bölgede çalışıp yaşayabileceğine inanamıyordum.
Etiyopyalılar bile –maalesef- asıl destek verilmesi gereken Afar bölgesinde çalışmaktansa farklı yerlere gitmeyi tercih ediyorlardı. Maalika Hanım, bir dernek kurarak Afarlılara hizmet verecek bir hastane inşa etmeyi başarmıştı.
Güçlü ve özgüven sahibi bir kadındı. Şahsiyetinden, savunduğu şeylerden, işine olan bağlılığından ve özverisinden oldukça etkilendim. Savunduğu şeylerden biri de ‘kadın genital mutilasyonu’nun yani ‘kadın sünneti’nin yasaklanması gerektiğiydi. Afar bölgesindeki insanlar, İslâm’ı çok uzun zaman önce kabul etmelerine rağmen bu tuhaf kültürel geleneği hâlâ uyguluyorlardı.
Geleneklerinden biri de; göçebe kadınların, etek şeklindeki geleneksel kıyafetlerini vücutlarına sararak giyinmeleriydi. Maalika da bu hayatı seçmiş ve onlardan biri olmuştu.
Onların dilini konuşuyor, neredeyse Afarlılarla aynı şekilde giyinip hareket ediyordu. Hangi sebeple olursa olsun, -sevdiği için veya işi için bile olsa- bunu niçin ve nasıl yapabildiğini anlayamıyordum.
Heyecan verici yenilikler ve tecrübelerle geçen ilk üç aydan sonra; iş yerinde can sıkıcı hadiseler yaşadığım, gerçekler ve hayaller arasındaki büyük farklar ile yüzleştiğim ikinci üç ay, dert ve ızdırap içinde geçti. Çalışma kültürleri beni en çok rahatsız eden şeydi. Çok yavaş ve sistemsiz çalışıyorlardı. Yapacaklarımı planlayamıyor ve düzgünce çalışamıyordum, bu da beni gergin ve tahammülsüz bir hâle getiriyordu.
Bir yandan da vatan özlemi çekmeye başlamıştım. Niçin orada olduğumu ve orada ne yaptığımı sorgulamaya başladım. En baştan itibaren, benim orada bulunma sebebim ile alakalı bir yanlış anlama ve karşıma çıkan birtakım engeller vardı:
Öncelikle kanunlar, çalışmama müsaade etmiyordu. İkinci olarak dil sorunum vardı.
Ayrıca benim için ‘tıbbî koordinatörlük’ gibi farklı bir dal düşünülmüştü. Sonrasında, artık o hasta- nede bir fayda sağlamadığımı fark ettim ve çalıştığım yeri değiştirmeye karar verdim.
Afar bölgesinin başkenti olan Semera’daki Sağlık Dairesi’ne geçtim. Orada anne-çocuk sağlığı departmanındaki sağlık görevlilerinden biri olan Reem ile tanıştım. Reem, ailesinden uzakta çalışan genç bir hanımdı. Ailesi, Addis Ababa’da yaşıyordu. Semera’daki evinde tek başına kalıyordu, bu yüzden de bana beraber oturmayı teklif etti. Bu karar bana birçok imkânın kapısını araladı. Çünkü yerel halktan birisi ile yaşama ve günlük hayatlarını yakından gözlemleme fırsatını yakalamıştım. Bu karar, aynı zamanda yeni bir arkadaşlığın başlangıcı oldu.
Reem’in ailesi ile kızlarını ziyarete geldiklerinde tanıştım.
Bir süre sonra onun ailesinin bir ferdi olmuştum. Beni evlatları gibi gördüler, adeta Etiyopya’daki koruyucu ailem oldular. Addis Ababa’ya her gittiğimde onlarda kalıyordum çünkü otelde kalmama müsaade etmiyorlardı.
Bir keresinde çok hasta olmuştum ve iyileşene kadar annesi günlerce benimle ilgilendi. Reem aslında yarı Afarlıydı; babası Afar’dan, annesi ise farklı bir bölgedendi. Onunla yaşamaya başlamak, benim için yeni bir dünyaya adım atmak gibi olmuştu. Kısa bir süreliğine Afarlı olmayı onlar sayesinde tecrübe ettim. Böylece Maalika’nın kararını anladım. Artık dışarıdan biri değildim, içlerinden biri olmuş ve onları yakından tanıma fırsatı bulmuştum. En çok etkilendiğim şey, misafirperverlikleriydi. Onlar bence dünyanın en misafirperver toplumu. Maddî yetersizliklerine rağmen, misafirlerini sadece beslemiyorlar, -gerçek- ten de, eğer misafiri çok severlerse, elleriyle besleme gibi bir âdetleri var, evlerinde kendisini rahat hissedebileceği bir kıyafet giydiriyorlar ve misafirlerine hizmet ediyorlar.
Banyo yapmak veya el, yüz yıkamak için gereken suyu bile hazır ediyorlar. Etiyopya’da, özellikle de Afar’da yaşamak, hayatımı değiştiren bir serüven. Orada karşıma çıkan birkaç zorluk oldu. Çok titiz bir insan olduğum için yaşadığım en büyük sıkıntı, temizlik konusunda oldu. Bölgedeki su azlığından dolayı, temiz su ve temiz tuvalet bulmak çok zor. Bu da halkın temizlik anlayışını zamanla etkilemiş. Beni rahatsız eden diğer bir mesele ise, iş alanında üretkenliklerinin ve girişimci ruhun çok zayıf olmasıydı. Çalışmayı fazlasıyla seven ve işini her şeyden önde tutan bir insan olarak, onları bu konuda birçok milletten daha ihmalkâr ve rahat buldum. Gerildiğim zamanlarda, kendime hep ne maksatla orada olduğumu hatırlattım.
Ayrıca kurumumuz da bizi motive etmek için “Kabiliyetlerinizi Paylaşın, Hayatları Değiştirin.” sloganını kullanıyordu. Sonunda fark ettim ki; aslında değişen onların hayatı değil, benim hayatım olmuştu. Üstesinden gelmek zorunda kaldığım tüm zorluklara rağmen, şimdi ben de Maalika gibi orada kalıp yaşaya- bilirdim. Çünkü modern toplumdan uzakta olmasına ve kısıtlı maddî imkânlarına rağmen, içinde hazine bulunduran bir yer bulmuştum. Ben, orada masumiyete ve saflığa şahit oldum.
Orada hakikî tebessümü, hakikî mutluluğu ve rızâ hâlini gördüm.
Orada, samimi ve dürüst insanlar tanıdım.
Orada, ikinci yuvamı buldum.
Allah, Etiyopya Müslümanlarını muhafaza etsin. Âmin!
KHASMİNE ISMAEL