Batı’nın Kalbine Vurulan İslâm Medeniyeti Mührü
ENDÜLÜS
Batı’nın kalbinde İslâm düşüncesinin en muhteşem yansımalarının kaynağı, kadim fener; Endülüs…
Endülüs toprakları, coğrafî bölge ile sınırlandırılabilse de Endülüs medeniyeti hudutları çizilemeyecek bir tesir alanına sahiptir. Avrupa’dan başlayan bu tesir sahasında; sanat, bilim, siyaset, sosyal hayat ve iktisatta onun izlerine rastlamak mümkündür. Bu anlamda Endülüs medeniyeti, İslâm’ın Avrupa’ya en büyük hediyesi ve mirasıdır.
Peygamber Müjdesine Nâil Olmak Hedefiyle “Gemileri Yakmak”
Endülüs Müslümanları, İber Yarımadası’nda yaklaşık sekiz asır (711-1492) İslâm sancaktarlığını yaptı. Bunun hemen evvelinde, İspanya’ya hâkim olan Vizigot Krallığı, taht kavgaları, toplumsal ve dinî çatışmalar sebebiyle zayıflamıştı. Bunu fırsat bilen Emevîlerin Afrika Valisi Mûsâ bin Nusayr, 710’da Târif b. Mâlik’e yaptırdığı keşiften bir yıl sonra, Berberî azatlısı Târık b. Ziyâd komutasındaki yedi bin askerden oluşan orduyu İspanya’ya gönderdi. Hedef, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.), Konstantiniyye’nin fethi ile ilgili müjdesine nâil olmak düşüncesiyle Kuzey Afrika’dan Güney Batı Avrupa’ya, oradan da İstanbul’a ulaşmaktı.
Târık b. Ziyâd askerleriyle birlikte İber Yarımadası’na ayak bastığında ordusuna şu tarihî sözleri söyledi:
“Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde derya gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallâhi sizin için ancak sadâkat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhîzâtı ve erzâkı boldur. Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır.”
Tarihî kaynakların doğrulamadığı ama halk arasında anlatılan gemileri yakma hâdisesi, esasında bu sözlerle Târık b. Ziyâd ve askerlerinin yüreğinde gerçekleşmiş, “bir işte kararlı olmak ve asla geriye dönmemek” anlamında sıkça kullanılan güzel bir deyim hâlini almıştır.
Bu ideal ruh ile 711’de başlayan fetihler neticesinde, kısa sürede Güneybatı Avrupa’yı oluşturan İberya (bugünkü İspanya, Portekiz ve Güney Fransa) fethedilip Paris’e 32 km kalıncaya kadar olan bölgeye ulaşılmıştı.
Bu kadîm medeniyetin torunları da davaları uğrunda gemileri yakacak bir kararlılığa sahip olduklarında, benzer neticeleri alacaklarından şüphe etmemelidir.
Endülüs Emevî Devleti’nin Kurulması
Endülüs’te İslâm hâkimiyetinin başlangıcı, İslâm medeniyetinin en seçkin dönemlerinden biri olan tâbiîn devrine denk gelir. Bunu takip eden yıllarda Abbasîlerden kaçarak kurtulabilen tek Emevî hanedan üyesi Abdurrahman, 756 yılında Endülüs idaresini ele geçirdi. Böylece 1031 yılına kadar 275 yıl sürecek bağımsız Endülüs Emevî Devleti’nin kurucusu oldu. Bugün Endülüs denilince daha çok hatırlanan, bu parlak dönemdir.
Endülüs’te Farklılıkların Muhteşem Uyumu: Convivencia
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Medine’de nüvesini oluşturduğu İslamî devlet ve toplum yapısı, en başından itibaren ahlâkî prensiplerle tezyîn edilen hukukî kâideler üzerine inşâ edilmişti. Bu yapı temelde aynı olmak üzere -fakat bazı nüanslarla- Medine’den Kûfe’ye, Dımaşk’tan Bağdat’a, Kurtuba’dan Marakeş’e, Buhara’dan İstanbul’a kadar bütün İslâm başşehirlerinde modellenmiştir. Çok dilli ve çok kültürlü toplumlarda çatışmayı engellemek ve sosyal bir adâlet tevzî etmek manasına gelen Convivencia, küresel dünyanın ulaşamadığı hedeflerden olduğu hâlde, Endülüs’te Medine Vesîkası’nın bir devamı niteliğinde fevkalâde başarı ile uygulanmıştır.
Modern Bilim Tarihinin Öncülerini Yetiştiren Altın Çağ
- asırda modern ilim ve sanatın başşehri olan Kurtuba Bilim Okullarında yetişen Müslüman, Yahudi ve Hristiyan bilim adamları, 12. ve 13. yy.’da Avrupa’da çeviri ve bilim hareketinin öncüleri oldular. Burada yeşeren medeniyet, Rönesans-Reform hareketlerinin hem ilham hem de fiilî kaynağını oluşturdu. Kurtuba Bilim Okulunun talebeleri, aşağıda yer vereceğimiz birçok îcâdın mûcidi oldular.
Ameliyat ipini bulup anesteziyi ilk kullanan ez-Zehrâvî, ilk fıtık ameliyatını gerçekleştirdi. Göz hastalıkları ile ilgili teorik ve pratik bilgileri ilk olarak el-Gafakî’nin el-Mürşid fi’l-Kuhl eserinden öğreniyoruz. Ünlü gök bilimci, ez-Zerkâlî bir taraftan astronomi çizimleri yaparken ve pusula üzerinde çalışırken diğer taraftan da Dünya ekseninin eğikliği hakkında bize ilk bilgileri veriyordu. İdrisî, bir küre üzerine yaptığı haritada yedi kıtayı, gölleri, dağları, nehirleri, büyük şehirleri ve ticaret yollarını son derece isabetli bir şekilde çizmişti. Kürenin yanı sıra gayet başarılı dünya haritaları da yapan İdrisî’nin, bu çizimleri üç asır boyunca Avrupa denizcileri tarafından üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan kopyalanmış ve kullanılmıştı. Kristof Kolomb’un ve Vasco de Gama’nın kullanmış oldukları dünya haritaları dahi onun haritalarından örnekleme olarak alınmıştır. Endülüs’te yetişen, İslâm düşünürü, şâir ve mutasavvıf İbnü’l-Arabî, günümüzde birçok farklı görüşe sahip ilim insanlarını etkilemeye devam etmektedir. Mekanik mühendislik konusunda yazılmış tek eserin sahibi olan Muradî, eserinde on sekiz adet su ile çalışan saatten, dört adet savaş makinesinden, iki adet suyun kaldırma gücüyle çalışan âletten, bir adet güneş saatinden ve mekanik birçok oyuncaktan bahsetmektedir. Dünya ile Güneş arasındaki mesafeyi ölçen, gün dönümlerini hesaplayan Zerkâlî, evrensel usturlabın mûcididir. Felsefeci, hekim, matematikçi ve tıpçı İbn-i Rüşd’den İslâm filozofu İbn-i Tufeyl’e, ses ile hız arasındaki ilişki üzerine eserler kaleme alan İbn-i Hazm’dan ilk ilaç kullanım ansiklopedisini yazan İbnü’l-Baytar’a, ilk uçuş deneyimiyle bir süre havada kontrollü bir şekilde uçmayı başarabilen Abbas ibn Firnas’a kadar uzanan modern bilimin Endülüs’te doğan bütün öncülerini ve eserlerini saymaya kalksak büyük hacimli kütüphaneler oluşurdu.
Avrupa’da yalnızca papazlar okuma-yazma bildikleri sırada, Kurtuba’nın neredeyse tamamı okur-yazardı. Her mahallede her evde bir kütüphane bulunmaktaydı. Avrupa’nın en büyük kütüphanesinde 950 kitap varken, sadece Halife II. Hakem’in Medînetü’z-Zehrâ saray kütüphanesinde 400.000 cilt kitap bulunduğu kaynaklarda geçmektedir.
Yükseköğretime kadar her kademedeki okul, mahkeme ve ibadethâne gibi birden fazla fonksiyonu üstlenen Endülüs cami ve mescitleri, hayatın kalbinin attığı yerlerdi. Kurtuba’nın daha başkent olduğu ilk yıllarda (8. asrın başlarında) şehirdeki mescit sayısı 500’e yakınken, kaynaklar 10. asrın sonlarında mescit sayısının 4 bine yaklaştığını belirtir. Bugün küçük bir kasaba olan Cordoba sokaklarını gezerken adım başı kilise görülür ki, neredeyse tamamı mescitten dönüştürülmüştür.
Bilimin yazılması ve çoğaltılmasını kolaylaştırmak amacıyla ipekten kâğıt yerine, daha ekonomik olması maksadıyla pamuktan kâğıt üretmişlerdi. Bu hususta daha ileriye giderek yanmayan bir tür kâğıt ve gece okunabilecek mürekkep dahi geliştirmişlerdi.
Ortaçağ Avrupası’nda neredeyse temizliğin esâmisi okunmazken Kurtuba’da dağdan getirilen su, kanallar ve kurşun borular sayesinde şehrin mahalle, bahçe, büyük havuz ve depoları vasıtasıyla evlere kadar ulaştırılmıştı. Yalnızca Kurtuba’da 800 hamam vardı. Bugünkü gibi şehirlerde kanalizasyon sistemleri mevcuttu ve yağmur suları sokaklardan akıp gidiyordu. Aynı dönemde Avrupa’nın Paris, Londra gibi şehirleri geceleri zifiri karanlık ve bataklık içindeyken Endülüs şehirleri geceleri ışıl ışıl ve tertemizdi.
Endülüs Müslümanları, Avrupa’da hiç bilinmeyen sulama sistemini geliştirdiler; ayrıca hasat zamanı ürünleri toplamaya yarayan bazı aletler de îcat ettiler. Avrupalılar, tahıl ürünlerini yüzyıl kadar bir süreyle saklayacakları yer altı depoları inşâ etmeyi de Endülüs Müslümanlarından öğrendiler.
Endülüs’te İslâm Modası
Endülüs Müslümanları, bilimden sanata hayatın her safhasında yakaladıkları üstünlük sayesinde, diğer din mensuplarınca da takip edilip örnek alınmışlardı. Sadece bilimsel ya da sanatsal alanlarda değil giydikleri, yedikleri ve konuştuklarıyla da Hristiyan ve Yahudiler arasında bir moda oluşturuyorlardı. Bir Papaz, hâtırâtında Hristiyan gençliğinden şöyle bahsediyordu:
“Bizim gençlerimiz İncil’den iki paragrafı ezbere bilmezken şakır şakır Kur’ân âyetlerini biliyorlar ya da onların ilahilerini ezberliyorlar. Bu nasıl bir iş?”
İslâm Mîmârîsinin Zirvesi: El-Hamrâ Sarayı
Medînetü’z-Zehrâ, Kurtuba Ulu Camii, su kemerleri, hamamlar gibi birbirinden değerli eserlerin îmar edildiği Endülüs’te, İslâm mîmârîsinin zirve örnekleri El-Hamrâ Sarayı’nda sergilenmiştir.
El-Hamrâ Sarayı, İspanya’daki son İslâm Devleti olan Nasrî Sultanlığı’nın (1232-1492) yönetimi altında 250 yılda tamamlanmıştır. Rivayetlere göre sarayda günde 60 bin işçi çalışıyordu. Saray, dış görüntüsü itibarı ile oldukça sadedir. Oysa iç kısımlarında İslâm sanatının zirvesine ulaşan bir süslemecilik örneği mevcuttur. Tasarım mantığı İslâm’daki “mahremiyet” anlayışının mekâna yansımasıdır âdeta. Dışarıdan çok sade ve azametli ama içeriden zengin, uyumlu ve zarif. Dünya hayatı, âhiret ve cennet fikirlerinden ilham alınarak yapılan saray, 14 hektar alan üzerine inşâ edilmiştir. 4 bin kişiyi barındırabileceği tahmin edilen El-Hamrâ, bir saray-şehir yapısındadır.
El-Hamrâ, Kur’ân âyetleri, matematik, geometri, astronomi bilgisi ve zanaatla görsel bir şölene dönüşen muhteşem bir sanat eseriydi. Benzerine çok az rastlanılabilecek ahşap ve alçı süslemelerinde fevkalâde bir hendese ve ahenk vardı.
Saray duvarlarında âdeta gelecek asırlara seslenen “Lâ Gâlibe İllallah” (Allah’tan başka galip yoktur.) ifadesi her kareye nakşolunmuştu. İspanya Kraliçesi İsabel ve Kral Fernando, El-Hamrâ Sarayı’nı ele geçirdikten sonra, ilk iş olarak “Lâ Gâlibe İllallah” nakışlarını sökmeye çalışmışlardı. Tek tek sökülemeyeceğini anladıklarında duvardan plakalar halinde kesip saraydaki yatak odalarının ve toplantı odalarının yerlerine döşemişlerdi.
El-Hamrâ’da, sultan köşklerinin dışa bakan pencerelerinin karşısında, uzun, büyük, fıskiyesiz havuzlar yapılmıştı. Suyun üzerinde makamının ters bir şekilde yansımasını görecek olan sultana fânîlik mesajıydı bu. Sarayı gezerken sürekli bir su sesinin size eşlik etmesi, matematiksel ve mîmârî olarak planlanmıştı. Yürüyüş yollarında, nehirlerden çıkarılan taşların, refleksoloji yöntemine uygun olarak döşenmesiyle birçok hastalığın tedavisine destek olması düşünülmüştü.
Sarayın merkezinde bulunan ve “aslanlı avlu” diye anılan yerde üçlü gruplar hâlinde daire şeklinde tasnif edilmiş 12 aslan heykeli bulunan, dışarıdan bakıldığında havuz görünümü veren mimarî ve mühendislik harikası eser, aslında bir saatti.
1526’da V. Carlos’un Gırnata’ya gelmesiyle sarayın bazı bölümleri yıkılarak yerine köşk yaptırıldı. Camiler kiliseye çevrildi. Bu tahrîbat, El-Hamrâ Sarayı’nın 1984’de Unesco’nun Dünya Kültür Mîras Listesi’ne alınmasına kadar devam etti.
Reconquista Hareketi
Karanlık Ortaçağ Avrupası’nda yaklaşık 8 asır süren ve ‘Altın Çağ’ olarak asırlara damgasını vuran İslâm hâkimiyeti; ilime verilen önemin yitirilmesi, Müslüman grupların birbiriyle iç çatışmaları, dünya hayatının süs ve câzibesinin gözleri kamaştırması, fütûhat yerine keyifli saray hayatının tercihi gibi sebeplerle zayıflamıştı. Hristiyanların Endülüs’teki ilk işgali, 1085 yılında Tuleytula oldu. Bunu 1236 yılında efsane başşehir Kurtuba’nın işgali takip etti. 718’den itibaren İberya’nın Katolik fanatik ve soylularının başlatıp sürdürdüğü ‘Yeniden Fethetme’ anlamına gelen Reconquista hareketi artık önlenemez bir hâle gelmişti.
Reconquista, Hristiyan İberya devletlerinin gerektiğinde diğer Avrupalı Hristiyanlarla bir haçlı ittifakı kurarak kâfirlere karşı Hristiyanlığı korumayı ve Endülüs’ü Müslümanlardan geri almayı amaçladıkları siyâsî, askerî, dînî nitelikli hareketin adıdır. İlk haçlı ruhunun İspanya’da doğduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.
İspanya’da Gemileri Yakan İkinci İsim: Kastilya Kraliçesi Katolik İsabella
Reconquista’yı gerçekleştirmeyi kendisine âdeta hırslı bir dava edinmiş olan Kastilya Kraliçesi İsabella, Aragon Krallığı ile birleşip daha güçlü bir Katolik devlet kurma ümidi ile Aragon Kralı Fernando’ya belirli şartlar neticesinde evlilik vaat etti. “İspanya’da son İslâm Devleti Beni Ahmer Emirliği’nin başkenti son kale Gırnata düşünceye kadar, kuşatma için kurulan karargâhtan ne sarayıma dönerim ne yıkanırım ne de senin kadının olurum.” diyen İsabella’nın şartlarını Fernando kabul etti. Böylece Aragon ve Kastilya Krallıkları güçlerini birleştirdi ve İsabella da dediği gibi 13 yıl boyunca ne yıkandı ne de evlendi.
İsabella ve Fernando 25 Kasım 1491 tarihli Gırnata teslim antlaşmasının şartlarına göre, Müslümanların kraliyet himâyesinde olduklarını ilan ederek onların hak ve hürriyetlerini bütün baskılara karşı koruma sözü vermişlerdi. Bu söze inanan Beni Ahmer’in son hükümdarı Muhammed Ebu Abdullah, şehrin anahtarlarını İsabella’ya bizzat kendisi teslim etmişti. Lâkin Gırnata’nın ele geçirilmesinden hemen sonra bu ılımlı siyaset sona erdi. Ebu Abdullah ve ailesi saraydan sürgün edildi. El-Hamrâ Sarayı’nı gören yüksekçe bir yerden (bugünkü ismiyle Ağlama Tepesi’nden) Gırnata’ya bakarak hazin hazin ağladı. Yanındaki anası “Ağla oğlum, ağla! Erler gibi savaşmazsan bugün avratlar gibi ağlarsın.” diyerek serzenişte bulunmuştu.
Hristiyan din adamları, İspanya’nın Hristiyan olmayan unsurlardan tamamen arındırılmasını istiyordu. Katolik din adamlarının telkinleriyle Müslüman halk üzerindeki baskılar artırılarak kendilerine ya vaftiz olup Hıristiyanlığı kabul etme veya İspanya’yı terk etme seçenekleri sunuldu.
Gırnata Müslümanları, İspanya Devleti’nin en büyük ekonomik kaynağıydı. Topraklarında çalışan işçi, tüccar veya becerikli zanaatkârlar Müslüman’dı. Onların sürülmesi, iyi işleyen ekonomik çarkın da durması anlamına geliyordu.
Arapça kullanımı yasaklanarak bütün Moriskolar (kâğıt üzerinde Hristiyan olan aslen Müslüman halk) üç yıl içinde İspanyolca öğrenmeye mecbur bırakıldı. Müslüman isimleri, kıyafetleri, gelenek ve görenekleri yasaklandı. Engizisyon mahkemeleri kurularak, din değiştirmeyen ve sürgünü kabul etmeyen herkese işkence yapıldı.
Bütün camiler ya yıkıldı ya da kiliseye çevrildi. Hem kamuya açık hamamlar hem de özel hamamlar yıkıldı.
Bir milyondan fazla yazılı kaynak tahrip edildi. Endülüs nehirlerinden âdeta kan ve mürekkep aktı. Nobel Ödüllü Fizikçi Pierre Curie şöyle demişti: “Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık.”
Hristiyan Zulmünden Hamiyetli Millete
İşkence edilen ve sürgüne zorlanan Endülüslü Müslüman ve Yahudi halkın imdadına Akdeniz donanmalarıyla Osmanlı Sultanı II. Bayezid (1481-1512) yetişmişti. Sürülen Yahudilerin önemli bir kısmı Osmanlı topraklarına gelirken, bir kısmı da komşu ülkeleri Portekiz ve Kuzey Afrika’yı tercih etmişti. Ancak sonraki süreçte Portekiz, Sicilya, Napoli ve Aragon’dan sürülen diğer Yahudilerin güvenli sığınakları yine Osmanlı olacaktı.
Hristiyan ülkelerde nefret edilen, aşağılanan ve insan yerine konulmayan Yahudiler hakkında Sultan II. Bayezid eyaletlere fermanlar göndererek sürgün Yahudilerin kabûlünü, iskânını ve kendilerine iyi muamele yapılmasını emretmiş; emri uygulamayanların şiddetle cezalandırılacağını duyurmuştu. Sultan’ın emri gereği Osmanlı topraklarına ayak basan hiçbir Yahudi geri çevrilmemiş, rahatları için her türlü imkân seferber edilmiştir.
Meşaleyi Yeniden Tutuşturmak
Endülüs’te tutuşturulan ve karanlık Avrupa’yı aydınlığa kavuşturan meşalenin yeniden alevlendirilmesi için, Endülüs’ün yükselişini ve çöküşünü çok iyi muhakeme etmek gerekir. Zîra Endülüs, 13 asırdır hâlâ tesir gücünü kaybetmemişse, bu tamamen Târık b. Ziyâd’ın idealist ruhunu takip eden insan kaynağının bir eseri olarak gerçekleşmiştir. Bugün İslâm dünyası, petrol, doğalgaz vb. birçok yeraltı zenginliğine sahip olmasına rağmen, istenilen refah seviyesinin çok gerisindedir. Bu mazlum İslâm coğrafyasının tekrar o ihtişamlı dönemlerini yaşaması, ancak ve ancak Endülüs’ü fetheden ve sonrasında orayı îmar eden nitelikli neslin yeniden yetişmesiyle mümkündür. Biz de bugün gök kubbede hoş bir sadâ bırakmak istiyorsak; İslâm kültür ve medeniyetine vâkıf olarak davası uğrunda her türlü fedakârlığı yapma idealiyle yarınları aydınlatacak meşalelere kıvılcım olmalıyız.
Sümeyra Topçuoğlu
topcuoglu.s@gmail.com