2022 HAZİRAN - 3. SAYI Dergi Genel

BİR GÖNÜL SEFERİ “AHH ENDÜLÜS!”

BİR GÖNÜL SEFERİ

“AHH ENDÜLÜS!”

 

İslâm medeniyetinin en ihtişamlı dönemlerinden birine şâhitlik eden Endülüs’e gidip bu tarihî izlere tanıklık etmeyi hep istemişimdir. Bu seyahat için hocamıza danıştığımızda, “Gidin!” dedi. “Gidin ve ağlayın! Dünya hayatının süsüne ve eğlencesine dalmanın, kardeşin kardeşe düşmesinin neticesi olarak neler kaybettiğimizi, koskoca bir medeniyetin nasıl yok olduğunu görün ve ağlayın!” Bu telkinin bir neticesidir belki, altı günlük Endülüs seferi boyunca hıçkırıklarımı yuta yuta ağladım, ağladım…

 

Mahzun Endülüs beldesinin seferine, Cebelitarık Boğazı’na 1,5 saat uzaklıkta bulunan ve Müslümanların İber Yarımadası’na ilk ayak bastıkları yer olan, o şanlı askerlerin kutlu izlerinin olduğu Malaga şehrinden başladık. Malaga Kalesi’nden, bizi birbirinden farklı duygu ve düşüncelere sevk eden üç manzara seyrettik. Bu manzaralardan ilki; Târık bin Ziyâd ve ordusunun gemilerle geldiği, karaya ayak basar basmaz gemileri geri gönderdiği, hedefine ulaşmak için askerlerine azim ve gayretle hakîkatli bir komutanlık yaptığı sahildi. Kaleden seyrettiğimiz diğer manzara; şehrin her mahallesinde yükselen, yarıya kadarı cami minaresi olan, yarıdan sonrası çan kulesi hâline getirilmiş eski Endülüs camileriydi. Üçüncüsü ve Batı kültürünü asıl ortaya koyan diğer manzara ise her yıl boğa festivallerinin düzenlendiği arenaydı. Bu festivaller, bütün İspanya’da (Müslümanların yoğun yaşadığı bir eyalet hariç) her yıl düzenli olarak tertip ediliyor. İnsanlık dışı bir vahşetin yaşandığı bu arenalarda, eyaletin en seçkinlerinin huzurunda, tüm organlarına uzun çelik kılıçlarla vurulan darbeler neticesinde boğalara diz çöktürmek bir başarı olarak sergileniyor.

 

Bir günde en az 10 km yürüyerek Endülüs sokaklarını geziyorduk.  Karanlık Ortaçağ Avrupa’sının ortasındaki İslâm medeniyetinin ihtişamlı hatıralarına ve izlerine tanıklık ediyorduk. Her mahallede bir Endülüs camisi; sanatıyla, mimarisiyle bizi karşılıyordu ama ne kadar üzücü ki namaz kılacak bir mescit bulmak neredeyse imkânsızdı. Çünkü bu cami ve mescitlerin hepsi katedral, kilise veya şapele dönüştürülmüştü. Tuleytula (Toledo) başta olmak üzere birçok Endülüs şehirlerinde Arap mimarîsi tarzı açık renkli, az katlı ve avlulu evler vardı. Endülüs eyaletlerinin isimlerini öğrendiğimizde, eski isimlerine yakınlıklarını fark ettik. Endülüs (Andalusia), Kurtuba (Cordoba), Gırnata (Granada), Tuleytula (Toledo) gibi… Şehir merkezindeki bir tramvayın üzerinde Arapça “ق” harfini görünce çok şaşırdık. Bunun üzerine gezi rehberimiz, İspanyolcada 7000’den fazla Arapça kökenli kelime olduğundan bahsetti. Bazı caddelerden geçerken I. Abdurrahman zamanında (756-929) -hadîs-i şerîfi telmihle- Müslüman’ın rayihasına misâl olması niyetiyle diktirilmiş turunç ağaçlarının hâlâ yolları güzelliğiyle, havayı kokusuyla süslüyor oluşuna şahit oluyorduk. Bu manzara, insanı bir anlığına da olsa günümüz İspanya’sından koparıp Endülüs sokaklarına götürüyordu. Her bir duvarında asırlardır “La Gâlibe İllallah” yankılanan, eşine rastlanılmayan bir saray-şehir olan El Hamrâ ve 50.000 kişinin aynı anda namaz kılabileceği Ulu Camii’den başlayarak birçok cami, hamam, medrese gezdik. Bu eserlerde 13 asırdır günümüzde dahi taklit edilen veya henüz ulaşılamamış mimarînin ihtişamlı izleri sergileniyordu. Bu eserlerin dâhilinde veya hemen yakınlarında ise Hristiyan kralların veya papazların Endülüs düştükten sonra yaptırdıkları sarayların ve kiliselerin estetikten, mimârî niteliklerden ve sanattan yoksun yapılar olduğunu da gördük. Üzerinden asırlar geçmesine ve Katolik Hristiyanların Reconquista’yı gerçekleştirmek için yaptıkları bütün tahrîbâta rağmen, Endülüs İslâm medeniyetinin hem fiziksel hem de bilimsel ve kültürel tesirleri devam ediyor.

 

 

 

Avrupa’da ikâmet eden veya okuyan birçok talebeden ve arkadaşımızdan aksini duysak da Batı’da yüksek bir refah seviyesi ve lüks bir yaşantı imkânı olduğuna inanıyor gençlerimiz. Bir hafta süren seyahatimizde Madrid, Segovia gibi büyük şehirlere de gittiğimiz hâlde mobilya, kıyafet vb. satan mağazalara neredeyse hiç rastlamadık. Büyük bir şehir pazarında satılanları görünce can vatanımızda nasıl bir zenginliğe sahip olduğumuzu fark ettik. Bütün pazar 30 m2 kadar bir alana kurulmuştu. Meyveler ve sebzeler taneyle, kavun, karpuz dilimlenerek satılıyordu. Madrid’de kaldığımız beş yıldızlı otelin banyosunda, -bırakın İslâm’a uygun olmasını- 21.yüzyılda kabul görmüş temizlik kültürüne uygun hiçbir düzenek mevcut değildi. Hâlbuki bundan 13 asır evvel Endülüs’te akan suyun altında banyo yapılabiliyor, bütün mahallelere kanalizasyon sistemi döşeniyordu. Günümüzde hayran olunan (!) Batı medeniyetinin mensuplarının ataları, asırlar evvel Endülüs’te Müslümanların okuduğu, yazdığı, giydiği her şeyi taklit ediyorlardı. Böylece Avrupa’da Müslüman modası esiyordu. Peki ya şimdi?

Sosyal hayatta diğer dikkatimizi çeken bir nokta da, sokakta kalan kimsesizlere ancak bir köpeğe bakmak şartıyla barınakta kalma hakkı sağlanmasıydı. 

Yolumuz “Galeria de La Inquisición” isimli bir galerinin önüne düştü. Girişler ücretliydi. Önündeki kalabalıktan çok rağbet olduğu anlaşılıyordu. Galeride sergilenenleri öğrendiğimizde adeta şok olmuştuk. Engizisyon mahkemelerinden sonra mahkûmlar üzerinde kullanılan işkence aletlerinin sergilendiği bir galeriymiş. Bu aslında insanlıktan nasip alamayanların bir vahşet sergisidir. Din ve mezhepleri farklı olmaktan başka hiçbir suçu olmayan masum insanlara yapılan işkenceler ile övünmek hangi medeniyete sığar? Tarihte İslâm devletlerine ev sahipliği yapmış beldelerin hiçbirinde ecdâdımıza dâir böyle yüz kızartıcı bir manzara ile karşı karşıya kalmayız.

 

Sevilla kent meydanında uluslararası EXPO fuar alanını gezerken her bir sergi yerinde Katoliklerin İspanya’yı yeniden fethetme tarihi; adeta taşlara resim, harita ve bilgi metinleri olarak kazınmıştı. Kanlı tarihlerini yansıtmaktaki bu gayretlerini görmek, İslâm kültür ve medeniyet tarihini öğrenip öğretmek hususundaki mes’ûliyetimizi bize çok ciddi bir şekilde hatırlattı. Bir düşünür: “İnsanın gelişimi sırasıyla üç şey üzerine inşa edilir.” diyor:

“1. Şahsiyet sahibi olmak 

  1. Tarihini ve medeniyetini bilmek 
  2. İnsanlığa faydalı bir meslek sahibi olmak.”

Bugün Medîne Vesikası’ndan, Orta Çağ karanlığında “Altın Çağ”ı yaşayan Endülüs’ten, Osmanlı rûhundan, İslâm kültür ve medeniyetinden bîhaber bir nesle sahibiz.

 

Sekiz asırlık İslâm hâkimiyetinde altın çağın yaşandığı bu beldede bir yabancı gibi dolaşmak ne kadar büyük bir acı… İlme verilen ehemmiyetin zayıflaması, asabiyet meselesi, Müslümanların birbirleriyle olan mücadeleleri, hedefleri unutma gibi sebeplerle Endülüs hazin sonu yaşamıştı. Benî Ahmer Devleti’nin son sultanının kendisine verilen tüm vaatlere kanarak El Hamrâ’nın anahtarlarını teslim etmesiyle son kale Gırnata da düşmüştü. Hocamız hep “İslâm’ın müstakbel kaderinde hayırlı rolleriniz olsun.” diye dua ederdi. Allah (c.c.) Târık bin Ziyâd’a bir köle olduğu hâlde İslâm’ın müstakbel kaderinde şanlı bir rol vermişti. İlk Avrupa fâtihi olan bu köle, zafer neticesinde nefsine şöyle telkinde bulunmuştu: “Ey Târık! Dün bir köleydin, bugün muzaffer bir komutansın. Unutma, yarın toprağın altına girip hesap vereceksin!” Buna mukâbil Benî Ahmer Devleti’nin son sultanı, İslâm devletinin en yetkili kişisi olduğu hâlde İslam’ın müstakbel kaderinde böyle ulvî bir rolü üstlenememişti. Yani bu kutlu davanın kutlu bir yolcusu olabilmek için, rozetlerin, rütbelerin, makamların hiçbir ehemmiyeti yokmuş. Âcizliğimize ve zayıflığımıza bakarak ümitsizliğe düşmek yerine “Biz niyet, sefer ve gayretten sorumluyuz.” diyerek ileri atılmamız gerekir.

 

Bugün İber Yarımadası ve tüm dünya; 3 semavî dînin ve 7 farklı ırkın İslâm’ın merhametini, hoşgörüsünü, adaletini birlikte huzur içerisinde yaşadığı o ihtişamlı Endülüs İslam Medeniyeti’ne ne kadar da muhtaç! Roger Garaudy’nin dediği gibi: “Siz sağlamsınız, Batı hasta. Asıl taaccüp edilecek şey ise, sağlamın hastayı taklit etmesi. Endülüs’ün siyasette, bilimde, sosyal hayatta temsil ettiği rûhu yeniden canlandırabilirsek; o ruh şu ikinci bin yılın sonunda çağımızın çok önemli sorunlarına tam anlamıyla cevap verebilir. Altından kalkılmaz meselelere de kesin çözümler getirebilir. Gerçek evrensel kardeşlik ve adâleti, tarihte sadece İslâm sağlayabilmiştir ve ileride de ancak İslam sağlayabilecektir.”

 

Sümeyra Topçuoğlu

topcuoglu.@hotmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir