HAYALLER… HAYATLAR…
Yazının başlığı, günümüzde koca dünyanın büyük yanılgısının özeti zannımca. Milyonlarca insan, bir aldanışın peşinde nasıl koşar? Sonu olmayan bir hayatın kazanılacağı kısacık bir ömür nasıl ziyan edilir? Câhiliye dönemini siyer kitaplarında okumaya hacet kaldı mı? Merak etmeye, “vah vah” demeye… Zaten içinde yaşamıyor muyuz? Hattâ daha koyu bir câhiliyenin içindeyiz. Eğer günümüzde insanlığın üzerine çöken kasvet, kendisini madden gösterseydi göklerin kara bulutlarla kaplandığını, bir karanlığın dünyaya gitgide çöktüğünü görebilirdik. Görmediğimizden fark etmiyoruz, fark etsek de alışır mıydık bu karanlığa, onu da düşünmeden edemiyorum. Çünkü alışıyoruz ve bu alışma beni korkutuyor. Toplumun bu hızlı değişimi ürkütüyor. Sanki bir güç bizi bir an evvel derin bir pislik çukuruna itmek istiyor. O yüzden her an yeni bir şey üretme peşinde. Şer, her an üretme derdinde. Kanserojen madde üreten bir fabrika gibi zehrini devamlı zihinlere ve gönüllere akıtıyor. Derdi, ruhları kanser etmek. Burada en vahim olan şey, normalde zehrini derelere boşaltan bir fabrikanın çevreye verdiği zararı inançsız insanlar bile fark edip tepki gösterirken, bu şer odaklarının zehrinin sağlık olarak adlandırıp bize -tâbiri caizse- kakalanması. Medeniyet, teknoloji ve gelişim adı altında bize sunulması. İşte burada tam olarak da “hayaller” kavramı devreye giriyor. Kitleler hayallerin peşinde, ışıltılı vaatlerin peşinde, şaşaalı görsellerin, imajların peşinde bir uçuruma sürükleniyor. Bu hayal ortamında iyi, kötü gibi, güzel de çirkin gibi aksettiriliyor, algılar bozuluyor. Eğlenceli ve nefse hitap eden, hayali doyuran her şey güzel ve câzip… Bunlara kıyasla belki de gerçek olduğu için daha az eğlenceli ama ruhanî olan, asıl ruhu doyuran her şey sıkıcı ve itici… Ve her zaman, her asırda olduğu gibi bu asırda da ilk kurbanlar en saf gönüller, yani çocuklar ve gençler oluyor.
Hâlbuki biz bu hikâyenin sonunu gördük. Uçuruma düşenlerin acı sonunu seyrediyoruz. Yani vâdedilen ilerleyişin sonunu, kurulmaya çalışılan sahte medeniyetin çürüttüğü insanlığı, yani hayalleri değil hayatları gördük. Fragmanı verilen ütopik ülkenin, tüm insanlığın çağrıldığı özgürlükler diyarının, bilgiç ağızlarda ukalâ edalarla dile getirilen teorilerin gerçek hayatta gerçekleşmiş hâlini gördük. Hüsrânı gördük. Bu, belki bizi telaşa düşüren, kendi insanımızı, kendi gençlerimizi, kendi neslimizi gittikleri ve zararsız gördükleri yolda bir el freni çekerek durdurma çabamız. Biz, koskoca bir medeniyetin varisleri olarak tavşanın suyunun suyunun suyu misâli kalmış son huzur ve maneviyât kırıntıları içinde, bize bir şey olmaz sanıyoruz. Dünyanın dört bir tarafından gelen imdat çığlıklarını herkes duyamadığından belki bu aldanış… Zaten duyurmazlar, göstermezler, işin sırrı burada: İnsanlığı bir hayale odaklamak ve geri kalan tüm sesleri kısarak, kendileri gibi görmeyen, işitmeyen, anlamayan bir topluluk hâline getirmek.
Yıllardır nasip oldu, dünyanın dört tarafından gelen pek çok insanla tanıştım. Belki Türkiye’nin böyle giderse -ki gitmesin- sonu olacak pek çok şey dinledim, anlatıldı. Onlar, çıkmaz sokağa girmişler, oradan geri dönmeye çalışıyorlardı. Geri dönmek ne kadar da zor.
Filipinler’in hikâyesini dinledim. Filipinler’in tarihi, pek çok açıdan ibretlik. Özellikle son asırda İspanyollar ülkeyi Amerika’ya devredince Amerika’nın adeta proje ülkesi hâline gelmiş bu ülke. Müslümanlar, altta kalanın canı çıksın hükmünce, orada en zor durumda olanlar. Hıristiyanlar için de saadet kaynağı olmamış Amerika’nın düzeni. Aksine ülke bir ahlakî felaketin içinde. Tam Avrupa’nın istediği gibi kadınlar, tüm erkek işlerini yapıyor. Bunun sonucu olarak erkek zayıflamış, yavaş yavaş eve dönmüş. Kadın, dışarıya, hayatın içine düşmüş. Tamamen bir fıtrat değişimi yaşanmış. Ve sonuç: “mutsuz çocuklar”. Anneler, genelde yurtdışında ve kaçak işlerde çalışıyorlar. Kimisi hiç yoktan cinayete kurban gidiyor. Gençlik… Kore ve Amerika hayranı bir gençlik… Çoğu, genç yaşta uyuşturucu ve alkol bağımlılığının içine düşüyor. Bizzat bana kaç Filipinli talebemiz, okulda gece uyuşturucu kullanıp kıpkırmızı gözlerle derse katılan arkadaşlarından, onların içler acısı hâlinden bahsetti. Alkol ve uyuşturucu batağının içine düşünce, özellikle kız çocuklarının yanlışlıklara kurban gitmesi kaçınılmaz. Alkolik anneler, gayrimeşru çocuklar, dayakçı babalar, neler neler… Yaldızlarla süslenmiş her özgürlük vaadinin hapsettiği insanlık… Çünkü Batı’nın istediği gibi her canının istediğini yapan insan, canı kendine zarar veren şeyleri de isteyebildiği için kendini bir girdaba sokmaktan başka bir şey yapmamış oluyor.
İnsanın İslâm’la insan olduğunu, en çok Sierre Leone’lu mühtedî talebelerimizin kursta bulunduğu sene anlamıştım. Gerçekten edebi, saygıyı, hayâyı insana İslâm kadar veren başka bir medeniyet var mı acaba? İslâm: A’dan Z’ye insanlığı giyinmek, kendini inşâ etmek… Kursa geldiklerindeki hâlleriyle kurstan ayrıldıkları zamanki hâlleri arasındaki fark, o geçirdikleri değişim… Kursa geldiklerinde İslâm hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı, yalnızca kelime-i şehâdet getirmişlerdi. Ve İslâm’la dönüştüler.
O zaman demiştim kendi kendime, İslâm ne kadar büyük bir nimet! Rabb’in tedrîsâtı olmadan insan bir hiç, bir zavallı. Bilse de cahil, bilmese de. Bilse de süslü kelimelerin arkasına saklanmak zorunda kalan bir aktöre dönüşüyor. Kendiyle barışamıyor. Çünkü her şeyi bilmiş ama kendisini bilememiş. Zira kendisinin bilgisi sadece ve sadece İslâm’da mevcut. Gerisi sadece bir tahmin ve vehimden ibaret. İnsan, İslâm’la sadece ruhunu veya nefsini tanımıyor. “En güzel varlık” sıfatına yaraşır davranmayı, en basit ihtiyaçlarını bile insanca karşılamayı İslâm’la öğreniyor.
İslâm… Tanınmayan meşhur… Hayaller Batı’yla yükselişte, hayatlar taklitle çürüyüşte… Hayaller İslâm’la yükselmedikçe hayatlar düzelmeyecek. Aldanışlarla ömür geçecek. Ömürse ebedî hayat için tek sermayemiz. Geriye dönüş yok, bir şans daha yok. O yüzden ezbere bildiklerimizi bir kenara koyup İslâm’ı bir çocuk merakı ve safiyetiyle kendimiz öğrenmeli, idrâk etmeli, ona hayran olmalı, ahlâkıyla kendimize hayran bırakmalıyız. Sahte ilaçlardan kurtulup gerçek şifayla buluşmalı insanlık. Yoksa bu hastalık hepimizi saracak.