İSLÂMSIZLIĞIN İNSANLIĞI İÇİNE ÇEKTİĞİ GİRDAP
Kardeşlik Dünyası dergimizin “İslâm Medeniyeti ve İnsan” konusunu incelediğimiz bu sayısında, günümüz dünyasında özendirilen ve “medeniyet” diye gösterilen Batı dünyasının farklı çehrelerini, bizzat o dünyayı müşâhede etmiş hanımefendilerden dinlemek istedik. Bu vesileyle Avrupa’da yaşamış veya başka vesileyle Batı kültürüyle karşılaşmış olan bu hanım efendilere beş soru yönelttik. Amacımız, özellikle günümüz Müslüman gençliğinin, vârisi oldukları İslâm medeniyetinin çok geç olmadan kıymetini bilmelerine vesile olmak ve özendirilen, hattâ gönüllere ve zihinlere sokulan Batı kültürünün tehlikelerini fark etmelerini sağlamaktır. Zira bedeli ödenmemiş bir nimete hâiz olan biz Türkiye Müslümanlarının Anadolu irfanıyla korunan ailevî ve ahlakî yapısını bu cehaletle kaybedersek sonumuz toplu bir intihardan başka bir şey olmayacaktır. En kısa zamanda uyanmak ve uyandırmak ümidiyle sizleri röportajlarımızla baş başa bırakıyoruz.
Emine Kahraman
- Kıymetli Emine Hanım, hayatınızın herhangi bir döneminde yurt dışında bulundunuz mu? Ya da Batı kültürüne dair tecrübe kazandıracak bir uğraşınız var mı? Bu yaşantı ve tecrübeler sonucunda Batı’yı nasıl değerlendirirsiniz?
Ben endüstri mühendisiyim. 2014-2015 yıllarında 8 aylık bir Kanada tecrübem oldu. İngilizcemi geliştirmek için dünyanın her yerinden gelen öğrencilerin olduğu bir dil okuluna gitmiştim. Orada kaldığım zaman zarfında, evinde kaldığım Kanadalı aile sayesinde onların kültürlerine dair çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim. Aslında sadece Batı değil, kişisel ilgi alanım olan Japon kültürü sayesinde günümüz gençliğinin de merakını uyandıran Doğu Asya kültürü hakkında da tecrübeler edindim.
Kanada’da edindiğim arkadaşlıklar sayesinde onların dinlerine, kültürlerine ve günlük hayattaki hâllerine şahit oldum. Batı, en genel anlamda ve İslâm perspektifinden bakıldığında manevî bir boşluk içerisinde. Burada insanlar sadece paranın hâkim olduğu bir hayat tarzını benimsemişler. Para ve kariyer uğruna kaybettikleri insanî değerler, sanki onlara hiç uğramamış. Kanadalılar; her şey kendi istekleri doğrultusunda ilerlediğinde çevresine iyi davranan eğitimli insanlar, ama kişisel menfaatlerine ters düşen durumlarda ferdiyetçiliğin ortaya çıktığı pragmatist bir yaklaşım içerisindeler.
Kanada’da eşinden ayrılmış üç çocuklu bir kadının kiraladığı odalardan birinde kalmıştım. Bekâr bir anne olan ev sahibim, çocuklarının ve kendisinin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sabahtan akşama kadar çalışıyordu. Kendi ülkesinden kilometrelerce öteden gelen benim gibi öğrencileri evine alarak kendisi için bir gelir oluşturuyordu. Sürekli çalışan bir anne gören çocuk da bu kültürle büyüyor elbet. İslâm dışı toplumlarda işte bu yüzden aile kavramının içi boşaltılmış oluyor. Bu sebeple, ailesinde bizdeki gibi bir “anne ve baba otoritesi”nin olmadığı çocuklar, ailelerini kendilerine sadece 18 yaşına kadar bakmakla yükümlü olarak görüyor. Hatta 18 yaşından sonra çalışarak ailelerine borçlarını ödeyen evlatlar bile var. Sevgi, saygı, aile bağları gibi kavramlar, sadece kendi dinlerine ya da kültürlerine ait önemli günlerdeki akşam yemeklerinde yaşanan bir seremoniden ibaret. Evde sevgi ve ilgi göremeyen çocuklar, sorunlarını evin dışında çözmeye çalışıyorlar.
Uzak Doğu kültüründe ise dünya hayatı tamamen en iyisi olmak üzerine kurulu. Dünyada en iyisine sahip olmak, en iyi okulda okumak, en iyi işte çalışmak ve en popüler olmak çok önemli. Hatta öyle ki Batı’da en önemli şey sadece çok para kazanmak iken Uzak Doğu’da hepsi birden aynı anda olmak zorunda. Âhiret inancı olmayınca en ufak başarısızlıklar bile hemen pes etmeye, depresyona ve hayatına son vermeye kadar götürebiliyor gençleri. O kadar boşluktalar ve sahte sevgiler üzerine kurulu bir hayatları var ki; meselâ Japonlarda kiralık aile kavramı bile var! Yani birini kiralık anne veya evlat olarak ücret karşılığında tutuyorsunuz ve onunla bir gün geçiriyorsunuz. Düşünsenize, bununla ilgili bir meslek kültürü bile oluşmuş durumda.
- Yurt dışındaki ve Türkiye’deki hayatı mukayese etme imkânı bulabildiniz mi? Bu konuda hakîkatli konuşmak îcap ederse neler beyan etmek istersiniz?
Zaman ilerledikçe yurt dışında yaşamak ve Türkiye’de yaşamak arasındaki farkın azaldığını düşünüyorum. Her toplum elbette kendi din, inanç ve ahlakî değer yargılarına göre değerlendirilmeli; ancak Batı sempatizanlığı gençlerde ve hattâ ileri yaşlardaki insanlarda her geçen gün artıyor. Batı’ya hayranlık, manevî şuursuzlukla birleşince içinden çıkılmaz bir hâl almış durumda. Müslüman bir birey, kendi hayat sınırlarını çizemiyor ve başka dinlere ait örf ve âdetleri kendisine uyarlamaya kalkıyor. En basit örneği; yılbaşı kutlamaları, sevgililer günü gibi parti kültürü… Meselâ geçtiğimiz yıllara kadar yılbaşı pazarları ülkemizde yoktu. Ama artık aralık ayının son günlerinde evlerin, çarşıların ışıklarla süslenmesi, evlere ve sokaklara konulan çam ağaçları, bize kendimizi Batı şehirlerinden birindeymişiz gibi hissettiriyor. Hattâ bazı Arap ülkelerinden Müslümanlar, bu tür tatillerde hem Müslüman bir ülke olan hem de her türlü Batı etkinliğine kucak açan Türkiye’ye geliyor. Bu tür olumsuzlukların yanında hâlâ güzel işler yapmayan çalışan, ümmeti uyandırmaya çalışan insanların varlığı da en büyük tesellî oluyor tabii. Çünkü Batı, sadece kendini düşünen ve düşündüren pragmatist bir sistemde iken elhamdülillah Türkiye’de hâlâ kendinden önce mü’min kardeşini düşünen Müslümanların sayısı oldukça fazla.
- Manevî anlamda günümüz gençliğinin durumunu değerlendirebilir misiniz?
Manevî anlamda büyük bir şuursuzluk ve sarhoşluk hâli var gençlerde. Hattâ sadece gençlerde değil insanların çoğunda bu sıkıntı yaşanıyor. Yapılan ibadetlerden önce o ibadetin şuûrunu kazanmak gerekir. Namaza niyetle başlanıp rükûnların sonrasında gelmesi de bunu gösterir. İbadetlerdeki şuur eksikliğini fırsat bilen küfür mihrakları, gençlerin kafasını karıştırıyor. Son dönemde ortaya çıkan bid’at ehli mezhepler, deizm, ateizm gibi ihraç edilmiş düşünce sistemleri hep bunların sonuçlarıdır. Şuur oluşmayınca ibadetten haz da alınamıyor. Bu durum manevî açlığın artmasına sebep oluyor maalesef. Sosyal medyanın olumsuz etkisi altında kalan gençlik, kenara çekilip kendini dinleme ve rûhen dinlenme fırsatı bulamıyor. Eğitim sisteminin ezbere dayalı olması ve sadece soru çözme kabiliyetini ölçmesi, toplumun sadece kazandığı üniversiteye göre gence değer biçmesi, gençlerin kendilerini önemsememesine ve şahsiyetlerini geliştirmemelerine sebep oluyor.
- Yurt dışında yaşayan Müslüman Türk gençlerinin şahsiyet gelişimi nasıl desteklenmelidir ve manevî boşluklar nasıl doldurulmalıdır? Küreselleşme sonucu kültürler arasında hızlı bir etkileşim söz konusu. Bu sebeple aynı soruyu Türkiye gençliği için de sormak isteriz.
Bu soruyla ilgili yaşadığım şu olayı anlatmak isterim:
Kanada’da iken gittiğim okulda Hüseyin adında bir öğrenci vardı. Ortak bir arkadaşımız vardı ve onunla beraber üçümüz bir restorana yemek yemeye gittik. Menü geldiğinde arkadaşım bana içinde domuz eti olan bir yiyeceği tavsiye etti. Ben, içinde domuz eti olduğu için yiyemeyeceğimi söyledim. Ortak arkadaşımız gayrimüslimdi ve bana Hüseyin’in o yemeği yediğini, onun da Müslüman olduğunu söyledi. Israrla karıştırmış olabileceğini, Hüseyin’in bunu yiyemeyeceğini söyledim. Belki de anlamamıştır, fark etmemiştir, dedim. İçim içimi yemişti, oradan ayrıldıktan sonra ertesi gün Hüseyin’e bu durumu sordum. O eti merak ettiğini, burasının Türkiye olmadığını, domuz eti yediğinden kimsenin haberi olmadığını söyledi.
Bu arkadaşımın adını söylememin sebebi, bu ümmetin Hüseyin gibi güzel bir ismine sahip olan evlâdının Batı’da bir anlık heves ya da merak uğruna necis bir eti yiyebiliyor olması. Tabii ben de o zamanlar henüz İslamî bir idrak içinde değildim. Yurt dışındaki gençler yalnız bırakılmamalı bence. İster orada doğup büyüsünler ister bir amaç için oralarda olsunlar; her zaman kendi kültür ve dinlerinden gruplarla bir arada olmalılar. Hataya düşebileceklerinde onları tutan Müslüman kardeşleri olmalı. Çünkü genç yaşta yapılan hataların kötü etkileri, hemen fark edilip düzeltildiğinde kolay silinebilir. Ancak düzeltilmez ve devam ederse kişinin alışkanlığı hâline gelip öz kimliğini kaybetmesine yol açabilir. Bir şeyi yapabilme kabiliyetine sahip olmak, o şeyi mutlaka yapmayı gerektirmez. Çünkü bir şeyi yapabilmeye imkân ve istidatlarımız, yapma tercihine ise prensiplerimiz karar verir. İslâm şuûru, fiillerde Allah rızâsını, helâl, haram gibi değerleri gözetmeyi gerektirir. Dünya ve âhiretine fayda vermeyen işlerden gençleri uzak tutmak, onları helâl dairede faydalı işler yapabilecekleri alanlara yönlendirmek gerekir.
- İslâm bilincinin ve ahlâkının gençlerin karakterlerine ve yaşantılarına yerleşebilmesi için üzerimize düşen vazifeler nelerdir?
Gençlerin bilinçlenmesi için atılacak ilk ve en doğru adım, ehl-i sünnet kitaplardan ilim almalarını sağlamaktır. Müsned-i Ebû Hanîfe’de de ifade edildiği gibi ilim her Müslüman’a farzdır. İbadet şuûru, kulluğun doğru anlaşılmasının aslı olan hakikî ve sahih bilgileri öğrenmekle başlar. Bu bilgilerin ilk öğreticileri anne ve babalardır. İlmi sadece kitaplardan almak yetmez. Çocuklar tarafından bunların günlük hayatta ailede uygulandığının görülmesi gerekir. Gençler bir şeyin yapılması söz konusu olduğunda kendilerine “Yap!” denilmesinden hoşlanmaz. Nefsimize ağır geldiğinden sanırım, çoğumuz bundan hoşlanmayız. Bu sebeple yapılan tebliğlerde, gençlere kendi kararlarını aldırtmak daha önemli diye düşünüyorum. Namazı öyle bir anlatalım ki; tek vakit namazı kaçırmamaya söz versin kendine ya da tesettürü öyle güzel anlatalım ki bu konuda çok hassas davransın. İhsânı öyle güzel anlatalım ki; Allah’tan başka kimsenin ne yaptığını bilip bilmemesi önemli olmasın.
Rabbim hepimize ihsan şuûrunda yaşamayı ve yaşatmayı nasip etsin.
ESMA YILDIZ
- Kıymetli Esma Hanım, hayatınızın herhangi bir döneminde yurt dışında bulundunuz mu? Ya da yurt dışında bulunmuş kadar tecrübe verecek Batı kültürüne dair bir uğraşınız var mı? Bunların sonucunda Batı’yı nasıl değerlendirirsiniz?
Lisenin son sınıfında Türkiye’de yaşadığımız başörtüsü mücadelesinin neticesinde hayallerini kurduğumuz üniversiteyi okumak için arkadaşlarımla Amerika’ya gitmek nasip oldu. Burada bambaşka bir hayata başladık. Artık korumacı anne babalarımız, ailemiz bizden çok uzaktaydı ve biz de –sözde- özgürlüğün tam ortasındaydık. Hem de en deli çağımız olan 17 yaşımızda. Ancak bu özgürlüğün içinde var olabilmek çok da kolay değildi. Öğrenci olarak gittiğimiz şehirde hayatımızı idâme ettirebilmek için birçok sorumluluğumuz vardı. Her şeyden önce öğrenci olarak kabul gördüğümüz okulun bizden bekledikleri, en büyük sorumluluğumuzdu. Bunun haricinde arkadaşlarımla paylaştığımız evimiz, hem maddî hem manevî olarak ağır bir yük bindirmişti omuzlarımıza.
En büyük manevî desteğimiz, bulunduğumuz şehirdeki Islamic Community Service adındaki camii idi. Burada, Müslümanların bir araya gelip sohbet ettiği, “halaqa”lar (sohbet grupları) kurup bayram ve kandil kutlamaları yaptığı, Ramazan ayında her akşam farklı milletten kişilerin iftar verdiği bir ortam vardı. Burada ilk Cuma ve bayram namazımı kılmış, cemaatle kılınan teheccüdlere katılmış ve inzivaya çekilenleri müşahede etme imkânı bulmuştum. Bunlar 17 yaşıma kadar kendi ülkemde, camilerimizde hiç görmediğim ve hiç tecrübe etmediğim şeylerdi. Öz vatanımızdan, ailemizden uzak bir yerde maneviyata olan ihtiyacımızı bir cemaatle gidermeye çalışmak, hepimiz için çok büyük şevk kaynağıydı.
Okulumun son döneminde biri Yahudi, diğeri Katolik olan iki arkadaşımla aynı evi paylaştım. Onların yaşantılarını gözlemlemek de benim için ilginç bir tecrübe oldu. Yahudi olan arkadaşım, herhangi bir dinî ritüeli olmadığı gibi arayış içindeydi. Bizimle halaqalara katılır, sürekli yanımızda olmak isterdi. Katolik olan arkadaşım ise babasının rijit bir dindar olması sebebiyle arayış içindeydi. Aynı evde yaşamaya devam ederken Müslüman olmaya karar verdi. Çok güzel bir şekilde İslâm’ı hayatına geçirdi elhamdülillah.
- Yurt dışındaki ve Türkiye’deki hayatı mukayese etme imkânı bulabildiniz mi? Bu konuda hakikatli konuşmak îcab ederse neler beyan etmek istersiniz?
Türkiye’de Müslüman olarak doğduğumuz, dindar ailelerde büyüdüğümüz ve çevremiz de çoğunlukla dindarlardan oluştuğu için ayrıcalıklı gibi görünsek de bu durum maalesef ciddi bir rehavete sebep oluyor. Dînimizin güzelliklerini fark edemiyor, kıymetini idrâk edemiyoruz. İnsanın zorda kalması, aslında en büyük imkânmış, ben bunu fark ettim yurt dışı tecrübemde.
- Manevî anlamda günümüz gençliğinin durumunu değerlendirebilir misiniz?
Hepimizin şahsî olarak da idrâk edebileceği gibi toplum olarak ciddi bir manevî bunalımdayız. Dünyevî hazlardan medet umar hâle gelerek kendimizi içinden çıkılmaz bir duruma sokuyoruz. Yetişkinlerin durumunun gençlerden farklı olmadığını düşünüyorum. Bu anlamda manevî büyüklerimizin önderliğine her zamankinden fazla ihtiyaç duyuyoruz.
Gençlik; alışkanlıkların şekillendiği, kişisel ve toplumsal tatmin duygusunun zirvede olduğu bir dönemdir. İnsanın her an, her yaşta manevî olarak beslenmesi, en az fiziksel besin ihtiyacı kadar önemli ve elzemdir. Bu ihtiyacın giderilmesi için kişinin kendisini ve yeteneklerini tanıyarak büyümesi, kendine alan açıp bu doğrultuda geliştirmesi, güçlü bir kişiliğe bürünmesi hayatî önem taşır. Bunun sağlanabilmesi için en kilit zaman, gençliktir.
Son zamanlarda gelişen teknoloji ile sanal dünyada sosyal etkileşim artmış olsa da gençlerdeki ilgi ve alakalarına yönelik topluluk oluşturma, birlikte hareket etme bilinci çoğu zaman lidersiz kalıyor. Bu bilincin doğru yönetilmesi için gençlerin dilinden anlayan genç ve dinamik kişilere ihtiyaç duyuluyor. İyi müzik yapan ama ahlakî zaafları olan bir müzisyen, geçmişte yaşamış önemli bir şahsiyeti canlandıran ama gerçek hayatında bu kişiden zerre nasip alamayan bir dizi /film oyuncusu, son zamanlarda oyun oynayarak gençlerle videolu ortamlarda sohbet eden youtuberlar, hepimizin çokça konuştuğu ancak çare üretemediği problemler hâline geldi. Ekranlarla sunulan tüm hayatlar, gerçeklikten uzak erişilemez bir hayal âlemi sunuyor gençlerimize. Burada ilgi alanları ve kabiliyetler giriyor işin içine. Yeteneklerini keşfeden ve güçlü manevî bağları olan bireyler, yukarıda saydığım alanlardaki boşlukları doldurabilme kabiliyetindeler.
- Yurt dışında yaşayan Müslüman Türk gençlerinin şahsiyet gelişimi nasıl desteklenmelidir ve manevî boşluklar nasıl doldurulmalıdır? Küreselleşme sonucu kültürler arasında hızlı etkileşim söz konusu. Bu sebeple aynı soruyu Türkiye gençliği için de sormak isteriz.
Küreselleşmenin gençler üzerindeki en büyük etkisi; bir yere, bir topluluğa ait olma ve bağ kurma arzusuyla aynı dönemlerde aynı tip meşgalelerle, çoğu zaman kendilerini ve yeteneklerini keşfedemeden aynı tip yaşam tarzları geliştirmeleridir. Gençlere yön veren bu güçlü arzu, doğru değerlendirilirse müthiş bir sinerji oluşturur. Ancak yanlış yönelimlerde bulunulduğunda sonuç ömürlük bir hüsran olabilir.
Bu problemi aşabilmek için insanın kâinata ilk teşrîfinden itibaren, manevî açıdan kendilerini beslemiş olan ebeveynleri ile güçlü bağ kurabilmesi, ileride Rabb’iyle de güçlü bir bağ kurabilmesine yardımcı olur. Bağ kuran insan daha farkında, duyarlı ve sağlıklı büyür, her türlü tuzağa karşı her an teyakkuzda olabilir. Zaman zaman imtihanlardan geçse de daha kuvvetli bir manevî bağ ile çıkar o imtihandan.
- İslâm bilincinin ve ahlâkının gençlerin karakterlerine ve yaşantılarına yerleşebilmesi için üzerimize düşen vazifeler nelerdir?
Çok sevdiğim bir Afrika atasözü ‘Bir çocuğu büyütmeye bir köy gerek.’ der. Bir insan dünyaya türlü hayallerle, beklentilerle geliyor. İnsanı ilmek ilmek işlemek ve eşref-i mahlûkat hâline gelmesi; yalnızca kendi ailesinin değil, akrabalarının, komşularının yaşadığı ve büyüdüğü çevreden aldığı eğitime, muhatap olduğu eğitimcilere, ülkenin yöneticilerine kadar geniş bir kitlenin izlerini taşıyarak gerçekleşiyor. Bir çocukla temas ederken bunu göz ardı etmemek gerek diye düşünüyorum. Bu incelikle yetişen çocukların gençlik vakti geldiğinde bilinç bakımından ve ahlakî açıdan fark edilir bireyler olması mümkündür. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den öğrendiğimiz de bu şekildedir. En yakınındaki genç sahabelere her zaman sevgi, saygı, zarafet, ilgi, iltifat göstermiş ve görev vererek onları hayata hazırlamış, neticede bu gençler, hikâyeleri gönüller titreten örnek şahsiyetler olmuşlardır.
FEYZA ŞAHİN
- Kıymetli Feyza Hanım, hayatınızın herhangi bir döneminde yurt dışında bulundunuz mu? Ya da yurt dışında bulunmuş kadar tecrübe verecek Batı kültürüne dair bir uğraşınız var mı? Bunların sonucunda Batı’yı nasıl değerlendirirsiniz?
Yurt dışında yaşadığım bir dönem olmadı fakat çocukluk yıllarımdan beri farklı milletlerden insanlarla muhatap oldum. Yabancı hocalar olsun başka ülkelerde yaşayan akrabalarım olsun, kendi hayatımdan farklı hayatları gözlemleme imkânı bulmuş oldum. Şahsî tecrübemi yıllardır tercümanlık yapmakla elde ettim. On yılı aşkın süredir bilfiil yazılı ve sözlü tercüme işleri vesilesiyle dünyanın her yerinden insanlarla vakit geçirme fırsatı buldum. Akademik eğitimim de İngiliz dilini, edebiyatını, kültürünü tanımak üzerine olduğundan Batılı bir insanın düşünce yapısını hangi temeller üzerine inşâ ettiğini öğrendim.
Batı’yı değerlendirmek; bir bakışta -hele ki tek taraftan bakarak- yapılabilecek bir iş değil. Zaten hiçbir kişiyi ya da kültürü bu şekilde değerlendiremeyiz. Batı’ya eğer Batı’dan bakarsak bugünkü beyaz adamın durduğu yeri kendi açısından haklı görebiliriz. Yüzlerce yıl süren bir baskı ve zulüm sürecinden sonra kim olsa iliğini kemiğini sömüren, nefesini kesen zalime başkaldırırdı. Batılı insanın da yaptığı bu oldu. Katolik kiliseye başkaldırdı ve onu hayatından çıkardı. Canını sıkan din olgusu olmadan yoluna devam etti. Fakat Batı’ya Batı hariç hangi yönden bakarsak bakalım, gördüğümüz manzara kan rengidir. Beyaz adam kendi özgürlüğünü kazanma telaşındayken bütün dünyaya eziyet eden, baskı kuran, sömüren kendisi oldu. Dolayısıyla, Batı’yı tek bir cümlede değerlendirecek olursam, insanın kendi hevâsının peşinde ne kadar alçalabileceğinin, ne kadar zalimleşebileceğinin göstergesidir, diyebilirim.
- Yurt dışındaki ve Türkiye’deki hayatı mukayese etme imkânı bulabildiniz mi? Bu konuda hakikatli konuşmak îcap ederse neler beyan etmek istersiniz?
Yurt içi ve yurt dışındaki mukayese imkânını da yine tanıdıklarım ve yurt dışına kısa ziyaretlerim vasıtasıyla buldum. Doğrudan kendi uzun vadeli tecrübem olmamakla birlikte, bu konuda bir hayli öz eleştiri yapmamız gerektiğini görmek zor değil. Dünyanın en müreffeh, en medenî, en gelişmiş coğrafyasıyken şimdi, gelmiş geçmiş en büyük cahiliye devrini yaşayan ve yaşatan Batılı ülkelerdeki yaşam standartlarına özeniyor olmak bizim için utanç verici. Kendi benliğimizi, kimliğimizi nerelere saklandıysa bulup çıkarmak ve tozunu üfleyip yeniden ışıldatmak zorundayız.
- Manevî anlamda günümüz gençliğinin durumunu değerlendirebilir misiniz?
Açıkçası, değerlendiremem. Gençliğimizin manevî hali kırmızı alarmı geçti, çoktan siyah alarm veriyor. Fakat bu alarmın desibeli, bizim duyma eşiğimizin altında mıdır, üstünde midir nedir, bir türlü duyamıyoruz. Gençlerin kafası karışık, üzgün, dağınık hâlleri bizi ağlatmalı. Ayağa kalkmalı, kollarımızı kocaman açıp tek tek evlatlarımıza sarılmalı ve onları avutmalıyız. Yetiştikleri, içinde büyüdükleri, gördükleri, tecrübe ettikleri dünya çok korkunç bir yer. On beş, yirmi yıl öncesinin distopik bilim kurgu öykülerinde rastlanabilecek türden bir dünyada yaşıyorlar. Başka türlüsünü bilmiyorlar. Bizim çocukluğumuzu görmediler. Anlatsak onlara masal gibi gelir. Aradan otuz yıl değil de üç yüz yıl geçti sanki. Bu vaziyetteyken gençleri suçlamak, “Bu gençliğin hâli ne?” diye hayıflanıp kendimizi yüksek makamlara konumlamak, onların hâlinden berî tutmak, kılığına kıyafetine bakıp kınamak, vaazlar vermek, kaşlarımızı çatmak, ancak kendi korkaklığımızdan ve ne yapacağımızı bilememekten yahut cahilliğimizden kaynaklanıyor olabilir. Yetişkinsek yetişkin gibi davranmak zorundayız.
- Yurt dışında yaşayan Müslüman Türk gençlerinin şahsiyet gelişimi nasıl desteklenmelidir ve manevî boşlukları nasıl doldurulmalıdır? Küreselleşme sonucu kültürler arasında hızlı etkileşim söz konusu. Bu sebeple aynı soruyu Türkiye gençliği için de sormak isteriz.
Şahsiyeti tamamlanmış, karakteri oluşmuş, kim olduğunu bilen, manevî yönüyle barışık insan olmak için dindar bir çevrede yetişmek zorunluluğu olmadığını birçok peygamberin hayatında gözlemleyebiliyoruz. En büyük peygamberler, en zorlu şartlarda yetişmiş. Hz. Mûsâ (a.s.) firavunun sarayında evlatlık bir prens, Hz. İbrahim (a.s.) putperest bir toplumda tek Müslüman, Hz. Yûsuf (a.s.) çok tanrılı Mısır’da bir çocuk köle, Hz. Îsa (a.s.) toplumun gözünde gayrimeşru bir çocuk. Bulundukları şartlar onları ancak güçlendirmiş. Bu durumda azınlık olarak yaşayan Müslümanlar değerlerini, kimliklerini kaybeder diye bir şart yok. Bilakis, zorluklar insanı kimliğine bağlar. Dolayısıyla öncelikle bu küreselleşme korkusundan, sosyal medya ve internet yüzünden evlatlarımız elden gidiyor kaygısından bir kurtulalım. Bugünün dünyası böyle, bunu kabul edelim. Yurt içi, yurt dışı fark etmeksizin içinde yaşadığımız dünyaya ayak uyduracak şekilde hayatımızı düzenleyelim. Yeni yetişen nesiller için artık aileden görme inanç diye bir şeyin olamayacağını idrâk edelim. Onlar; düşünüp ikna olmak, anlamak, akıl etmek ve öyle îman etmek zorundalar. Düşünmeden, anlamadan, sırf geleneksel olarak aktarılmış bir dini sürdürmek artık mümkün değil. Bizim hem kendimizi geliştirmemiz, dünyaya baktığımız pencereyi genişletmemiz, hem de gençlerimize kendi akıllarını kullanmaları ve kişiliklerini oluşturmaları için destek olmamız gerekiyor.
- İslâm bilincinin ve ahlâkının gençlerin karakterlerine ve yaşantılarına yerleşebilmesi için üzerimize düşen vazifeler nelerdir?
Bizim üzerimize düşen vazife, öncelikle örnek olmak. Kendi davranışlarımızı, kendi yaşantımızı eleştirmeden ve hatalarımızı düzeltmeden çocuklarımızdan tertemiz bir ahlâk beklememiz adil değil. Dogmalarımızdan, tabularımızdan kurtulup önce iğneyi kendimize batıralım. Bilmediklerimizi öğrenelim, öğrendiklerimizi tatbîk edelim. Dedikodudan uzak duralım, vaktimizi verimli işlerle geçirelim. Daha çok âyet ezberleyelim, ezberlediğimiz âyetlerin ne anlama geldiğini anlamaya çalışalım. Daha çok sünnet öğrenelim, hayatımıza geçirelim. Dilimizin sivri ucunu törpüleyelim. Eleştiri oklarımızı kınına koyalım. Dinimizin geleneklerimizle aynı şey olmadığını anlayalım. Kalbimizin ve zihnimizin içinde bir bahar temizliği yapalım, ortalığı bir havalandıralım. Bakalım, bunca tozun altında ne güzellikler varmış. Evvel Allah, sonrası kendiliğinden gelir.
HATİCE USLU
- Kıymetli Hatice Hanım, hayatınızın herhangi bir döneminde yurt dışında bulundunuz mu? Ya da Batı kültürüne dair tecrübe kazandıracak bir uğraşınız var mı? Bu yaşantı ve tecrübeler sonucunda Batı’yı nasıl değerlendirirsiniz?
Hayatımın 12 senesini yurt dışında geçirdim. İlk yurt dışı maceram, üniversiteyi Avrupa’da okumak üzere Viyana’ya gitmekle başladı. Orada moleküler biyoloji alanında eğitim aldım. Eğitimim süresince de Türk öğrencilerin eğitimini destekleme yönündeki çalışmalara katıldım. Viyana’ya ilk gittiğimde, liseden mezun olalı çok olmamıştı. Dolayısıyla, akademik bir çevrede ve günlük hayatın içerisinde Batı kültürünü hem yaşama hem de gözlemleme imkânı buldum, diyebilirim.
Mezun olduktan sonra eşimin mesleği dolayısıyla Amerika’nın Texas eyaletine gittik. Orada bulunduğum süre içerisinde “Montessori yöntemi” üzerine eğitim aldım. Texas’ta da komşuluk ilişkilerim, katıldığım sosyal etkinlikler ve aldığım eğitim vesilesiyle Amerikalılarla tanışma ve etkileşim içerisine girme fırsatı elde ettim. Bahsettiğim tecrübeler sonucunda Batı’ya yönelik bazı değerlendirmelerim oluştu. Ancak, bu noktada Amerika ve Avrupa’daki tecrübelerim arasında fark bulunduğunu belirtmek isterim.
Avrupa konusundaki genel kanaatim, Avrupalıların kendi kültürlerini üst bir kültür olarak algıladıkları ve bu doğrultuda Doğu kültürünü –özellikle Müslüman toplumların kültürlerini- daha aşağıda gördükleri. Böyle olunca kaynaşmak ve yakınlaşmak çok kolay olmuyor. Zaten Batı kültürü bize göre sınırların daha geniş ve keskin olduğu bir kültür. Aile ve dostluk ilişkileri bambaşka. Aile kavramı üzerinde özellikle duracak olursak; evlenmek ve çocuk sahibi olmak gençler arasında çok yaygın değil. Dolayısıyla genç nüfus da gitgide azalıyor. Evlilik dışı birliktelik çok yaygın ve normal karşılanıyor. İlişkiler daha çok bireylerin kendi menfaatine göre şekilleniyor. Öyle olunca da samimiyet ve fedakârlık gibi kavramlar, insanların hayatında farklı anlamlar kazanıyor.
Beni çok üzen, şahit olduğum birkaç hâdise olmuştu; birini burada zikredeyim: Yaşadığım şehirde uyuşturucu kullanımı, polis kontrolü ile yapılıyordu. Yani metro çıkışlarında kendilerinden geçmiş üniversite gençliğini görmek, o ortamda çok abes bir durum değildi. Bir keresinde şehir kütüphanesine gitmiştim. Fakat biraz erken gittiğim için kütüphane kapalıydı, binanın önünde açılış saatini bekliyordum ve benim gibi bekleyen birçok kişi vardı. Metro çıkışıydı. Orada çok güzel ve yaşı belki 18 var, yok diyebileceğimiz bir kızcağız, tuhaf hareketleriyle dikkat çekiyordu, sağa sola yalpalıyordu. Sanırım tuvaletini de üzerine yapmıştı ve kendi kendine konuşuyor, arada oturuyordu. Başka bir dünyadaydı sanki. Çevresindekileri görmüyordu bile. Ayağa kalktı, yürüdü ve karşısına çıkan ne varsa çok sert bir şekilde çarptı. O an yüreğimdeki acıyı size tarif edemem. O da hissettiği acıyla oturdu, ağladı, ağladı… Bu kadar güzel bir genç kızın böylesine acınacak bir vaziyette olması ciğerimi yaktı. Orada bulunan kalabalık sessizce izledi durumu ve kütüphane açıldı, herkes içeri girdi. Aslında orada benzer olayları görmek, çok alışılmış bir durum. İnsanların derin bir sessizlik içinde, kaçamak gözlerle olanı biteni izlemesi veya izlemiyor görünümü vermesi de bir o kadar normal bir durum o toplum içerisinde.
Tabii ki, bunlar genel izlenimlerim. Böyle olmayan Avrupalılar da var. Ancak orada yaşarken bende oluşan genel izlenim ve hissiyatım bu yönde idi.
Amerika’daki tecrübelerim, Avrupa’ya göre daha olumlu diyebilirim. Zira Amerikan toplumu, farklı kültürlere ve yeniliklere daha açık. Ayrıca aile ve dostluk kavramlarının ön plana çıktığını gördüm. Tabii ben Texas’ta ve eğitimli insanların bulunduğu bir çevrede yaşadım çoğunlukla. Diğer eyaletler açısından durum daha farklı ele alınabilir.
- Yurt dışındaki ve Türkiye’deki hayatı mukayese etme imkânı bulabildiniz mi? Bu konuda hakîkatli konuşmak îcab ederse neler beyan etmek istersiniz?
Yurt dışında yaşama konusunda, 12 senenin üzerinde bir tecrübem oldu. Bu süre zarfında, Türkiye ile yaşadığım ülkeleri sık sık karşılaştırdım. Şunu ifade etmek isterim ki; hiçbir memleket vatanımın yerini tutamaz.
Öncelikle, biz Müslüman’ız. Müslüman olarak, İslâm dinini benimsemiş bir memlekette yaşamak çok büyük bir rahatlık. Bunu, ülkemden başörtüsü problemi nedeniyle ayrılmış olmama rağmen söyleyebilirim. Gurbet yıllarımda; insanın beş vakit okunan ezanın altında hayatını sürdürmesi, evliyâ ve enbiyânın izlerine dokunma imkânına sahip olması, etrafında ağzı duâlı insanlara erişim imkânı bulması kadar büyük bir nimet olmadığını düşünmüşümdür hep.
Hassas olduğum diğer bir konu da helâl gıdaydı. Helâl olduğundan emin olmadığım gıdaları -aç kalmayı tercih ederek- yemediğim çok olmuştur. Ancak ülkemizde durum bambaşka; helâl gıdaya erişim gibi bir problem yaşamıyorsunuz.
Üçüncü olarak, ahlâkî değerlerin Avrupa’da çok farklı olduğunu gördüm. Ülkemizde de bu konuda çok büyük eksiklikler var, ancak oradaki farklılık bambaşka. Avusturya’da yaşamaya başladığımda, toplu taşıma ile seyahat ederken gözlerimi nereye çevireceğim konusunda çok sıkıntı yaşadığımı hatırlıyorum. Afişler, reklamlar veya karşınızda oturan kimselerin ahlâk anlayışının çok farklı ve sınırsız diyebileceğiniz bir serbestlikte olması, beni dış dünyada zorlayan durumlardan biriydi. Buna özgürlük diyemiyorum. Çünkü herkesin mahremiyetinin bu derece ortada olması ve bizim bunları görmek zorunda kalmamız, gözlerimizi haramdan sakınmak adına oldukça zordu. Yine de okuduğum kitaba dalarak bunlardan sıyrılabiliyordum. Ancak özellikle küçük ya da ergenliğe yeni giren çocuğunuz varsa işler çok daha farklı oluyor. O küçücük beyinler için her şey merak konusu, özellikle de gördüğü şeyler ev ortamından farklılık arz ediyorsa… Ergenler için de bunun bir başka açıdan geçerli olduğunu söylemek mümkün. Cinselliğin ve eş cinselliğin reklamının ve uygulamasının bu denli âşikâr olması ve her an karşınıza çıkması oldukça üzücü. Bundan ötürü, orada yetişen çocuklarımız adına hep üzülmüşümdür. Bu konularla ilgili kendilerini destekleme gayretine girdiğim gençlerimiz de olmuştur. İşin hakîkati, onlar ortaöğretimde benim sokakta tecrübe ettiğimin fazlasını tecrübe ediyorlardı. Gençler büyük bir şaşkınlık içindeler ve ne yapacağını bilemez hâldeler. Çocuklarını destekleyen bilinçli ailelerin çocukları için bunlarla baş etmek bir nebze daha kolay olsa da Avrupa’da çocuk yetiştirmenin çok zor olduğunu düşünüyorum.
Elbette düşüncelerinizin ötesinde kaderinizi yaşıyorsunuz. Evlendikten sonra Amerika’ya gittik ve altı seneyi aşkın bir süre Texas’ta yaşadık. Oradaki ortamın Avrupa’dan daha farklı olduğunu gördüm. Bunda tabii birçok etken var. Coğrafî açıdan dünyanın diğer bir ucunda yer alıyor. Tarihî ve kültürel temelleri Avrupa’dakinden bambaşka. Farklı kültürleri, farklı etnik yapıları bir çatı altında barındıran bir eyalet. Dolayısıyla, Amerika’da Müslüman olmak bana göre daha rahat ve saygı duyulan bir durumdu. Hayat şartları da farklı olduğu için İslâm’ı yaşama noktasındaki hassasiyetleri korumak Avrupa’ya nispetle daha kolay diyebilirim.
Avrupa’da Müslüman karşıtlığını birçok kez açık bir şekilde tecrübe ettim. Örneğin; bir metro durağında Müslüman olduğu için hakaret yiyen, tükürük savrulan kişilerle karşılaştım. Bunları, süreç içerisinde olağan şeyler olarak algılamaya başlıyorsunuz. Aslında bu durumlar sık sık yaşanan şeyler değil ama İslâm’a hoş bakılmadığını hissediyorsunuz. Bununla beraber, size çok saygı gösteren insanlarla da yolunuz kesişebiliyor. Şöyle bir tecrübemi paylaşmak istiyorum: Bir keresinde laboratuvarda birlikte çalıştığımız arkadaşımla -konu nasıl oraya geldi bilmiyorum- İslâm hakkında konuşuyorduk. Arkadaşım bana karşı çok saygılı olan ve beni sevdiğini hissettiren yakın bir Avrupalı idi. O gün bana Müslümanların terörist olduğunu düşündüğünü söyledi. Hayretler içerisinde kaldım. Ona benim bir Müslüman olduğumu hatırlattığımda, bana, benim birey olarak farklı olduğumu ama Müslüman ülkelerin verdiği izlenim sebebiyle terörist olduklarını düşündüğünü dile getirdi. Kendisine dinimizle ilgili bazı şeyler anlattım. Medyaya yansıyan ile hakikat arasındaki farklılıklardan konuştuk. Fakat sonuçta onun bilinçaltındaki imajı bu şekilde kırmanın mümkün olmadığını gördüm. Her ne kadar Avrupa’da işler karşılıklı saygı, bireyin hak ve özgürlüklerini koruyan bir sistemle ilerliyor olsa da –bunun da tartışmaya açık olduğu söylenebilir- toplumsal bilinçaltının, Müslümanlara yönelik oldukça olumsuz düşüncelerle şekillendiği kanaatindeyim. Amerika’da durum biraz daha farklı.
Türkiye’de, kıymetini buralarda fark ettiğimiz pek çok nimet var ve maalesef içinde yaşarken bu nimetlerin farkında değiliz. Ezanları beş vakit gök kubbe altında özgürce dinlemenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu tarif etmek imkânsız.
- Manevî anlamda günümüz gençliğinin durumunu değerlendirebilir misiniz?
Çevremizde, hayatın en güzel yıllarını –gençliği- tehdit eden çok fazla unsur var. En güzel yıllar… Bu en güzel yılların bu kadar menfî ve zarar verme potansiyeli yüksek ortamlarda heba olması çok acı.
Gençlerimizin kendileri için zor ortamlarda bulunmak durumunda kaldıklarını görüyorum. Aslında benim az evvel bahsettiğim, yurt dışında yaşarken zorlandığım birçok ortamı, gençlerimiz internet ortamında seyrediyor veya deneyimliyor. İnternet içeriklerinin, herhangi bir değerlendirme olmaksızın gençlerin önlerine düşmesi, aslında sahip oldukları manevî ve kültürel değerlere bağlılık açısından oldukça olumsuz bir durum. Çünkü gençlerimizin pek çoğu, belli bir altyapıya sahip olmaksızın internet ortamında her türlü içeriğe maruz kalabiliyor. Altyapı ile kastettiğim, kendi manevî kimliğini inşâ etmek aslında. Böyle bir kimlik inşâ etme süreci öncelikle aile ve toplum desteği ile mümkün olabilir. Genel anlamda bu desteğin yetersiz olduğunu görüyoruz. Gençlerimizin sanal ortamda bilinçsiz bir şekilde zaman geçirmesi, pek çok açıdan sıkıntılı bir durum. Bulundukları fiziksel ortamın da internet ortamı kadar önemli olduğundan bahsedebiliriz elbette. Ancak sanal dünyanın bireyleri hapsettiği gerçek ötesi ortamların, günümüzde daha tehdit edici olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanın hayata bakışı, enerjisi ve ümitleri, gençlik döneminde bambaşka oluyor. Bu sebeple gençlik yılları en güzel yıllardır. Yalnız burada altını çizerek vurgulamak istediğim bir nokta var ki; o da bu yılların çok hızlı geçtiği. -Henüz belki yaşlanmış sayılmamakla birlikte- gençlik yıllarıma baktığımda şunu görüyorum. O yıllar sanki hiç bitmeyecek sanmışım. Hiç kıymetini bilememişim. Şimdi “O zaman biri beni silkeleseydi acaba kendime gelir miydim?” diyorum. Fakat o yaşta insan bunu göremiyor. Ben yine de bu platformda bu satırları okuyan her kim varsa ve kaç yaşında olursa olsun seslenmek istiyorum: Zamanımız çok değerli. İçerisinde bulunduğumuz an, hiçbir şeyle değeri biçilemeyecek bir hazine. Bu hazinenin farkına vararak gençliğimizi, sağlığımızı ve imkânlarımızı ebedî bir yatırım uğruna sarf edersek, dünyanın en akıllı ve kazançlı insanları oluruz, diyebilirim.
Her şeye rağmen geleceğe ümitle bakıyorum. Hayatta belli tecrübeler edinmiş birisi olarak gençlik döneminin çok saf ve berrak olduğunu düşünüyorum. Gençlerimizden ve yarınlardan ümitliyim.
- Yurt dışında yaşayan Müslüman Türk gençlerinin şahsiyet gelişimi nasıl desteklenmelidir ve manevî boşlukları nasıl doldurulmalıdır? Küreselleşme sonucu kültürler arasında hızlı etkileşim söz konusu. Bu sebeple aynı soruyu Türkiye gençliği için de sormak isteriz.
Yurt dışında yaşayan Müslüman Türk gençleri için birçok dezavantajın olduğunu söylemek mümkün. Pek çok gencin de bu dezavantajdan ötürü tutunacak bir dal ve kendilerini manevî açıdan destekleyici ortamlar aradığını gördüm. Bu anlamda; Avrupa’da Diyanet dâhil olmak üzere farklı vakıf ve derneklerin faaliyetleri var. Bu çalışmaları çok değerli buluyorum. Çünkü oraya gelen kimseler-ister destek almak amacıyla olsun ister destek vermek amacıyla olsun- herhangi bir menfaat için değil, yalnızca sıcak ve samimi bir ortamda bulunmak için geliyorlar. Oradaki gönüllü faaliyetlerin verdiği haz ve mutluluk tarif edilemez. Bu, sanırım ihlâsın bir yansıması. Şahsen bu tarz eğitim faaliyetlerine ve sosyal etkinliklere katılmış biri olarak, oradaki heyecan ve aşkı ülkemde bulamadığımı da eklemek isterim. Bu durum beni hayrete düşürmüştür. Zira ülkemizde bulunan pek çok nimetin hasretiyle yanıp tutuşan insanlar var ve bu doğrultuda yurt dışında Türkiye’nin bir numunesini oluşturma derdindeler. Sözü şuraya bağlamak istiyorum aslında: Bana göre gençlerin en güzel desteklenebilecekleri ortamlar; bir arada bulunabilecekleri ve enerjilerini anlamlı bir uğraş ile harcayabilecekleri ortamlardır. Böylesi ortamlar, hem onların gelişimini -sadece manevî olarak değil- birçok açıdan destekleyecek, hem de onları dışarıdaki pek çok menfî durumdan koruyacaktır.
- İslâm bilincinin ve ahlâkının, gençlerin karakterlerine ve yaşantılarına yerleşebilmesi için üzerimize düşen vazifeler nelerdir?
Hayat tecrübelerimi önüme alıp değerlendirdiğimde şunu görüyorum: Şahsiyetli bir birey olmak, hem kendimize hem de başkalarına -özellikle gençlere- faydalı olmak açısından en önemli sırada yer alıyor. Konu, yurt dışındaki tecrübelerimiz çerçevesinde olduğu için meseleyi orası ile ilişkilendirmek isterim. Siz; dürüst, işini güzel yapan, güler yüzlü, temiz, nazik ve zarif olduğunuzda bundan çevrenizdeki insanlar etkileniyor. Etkilenen insanları herhangi bir din kapsamında ele almadığımın altını çizmek isterim. Sizdeki güzel ahlâk, insanlarla olan ilişkilerinize yansıyor ve zamanla insanlar size yakın olmayı tercih ediyorlar. Bir şey isteyecekleri zaman sizi tercih ediyorlar. Bu noktada Efendimiz (s.a.v.)’in “Hayrı, iyiliği güzel yüzlü olanların yanında arayın!” hadisini hatırlatmak isterim. İnsanlar iyiye, güzele meftunlar. Temiz yüzlü ve zarif insanlara ister istemez saygı duyuyorlar. Bu, bizim en çok üzerinde çalışmamız gereken konu. Çok büyük şeyler yapmamıza gerek yok. Büyük hedeflerimiz elbette olacaktır, bu ayrı bir konu. İşin özü şu ki; sağlam karakter sahibi bir kimse, etrafındaki insanlara çok şey katar.
SERAP SİPER
- Kıymetli Serap Hanım, hayatınızın herhangi bir döneminde yurt dışında bulundunuz mu? Ya da Batı kültürüne dair tecrübe kazandıracak bir uğraşınız var mı? Bu yaşantı ve tecrübeler sonucunda Batı’yı nasıl değerlendirirsiniz?
Merhaba, adım Serap. 1998 yılının Nisan ayında evlilik vesilesiyle Avustralya Melbourne’a geldim. Zevcim burada büyümüş. Dört evlâdımın da hepsi burada büyüdüler.
Ben de dinimi Avustralya’da öğrendim sayılır. Bizim burada insanlar genelde birbirine saygılıdır, görgü kurallarına ters bir davranış görmedim, diyebilirim. Tabii her toplumda olduğu gibi cahil ve ırkçı olanları saymazsak.
Fakat maalesef, Batı’nın İslâm’la bağdaştırmaya çalıştığı DAEŞ terör örgütüyle alakalı olarak 2014 yılında bazı tutuklamalar gerçekleşti. Ardından televizyonlardaki haberler, Müslümanlarla alakalı fazla da bilgisi olmayan ve bizleri çok da tanımayan insanların olumsuz etkilenmelerine sebep oldu. Bu kimseler, medyadaki haberlerin de etkisiyle sokaklarda Müslümanlara saldırabiliyordu. En yakın arkadaşıma dört küçük çocuğunun gözü önünde hakaret edildi, otobüs durağında bekleyen 14 yaşındaki bir kız öğrencinin başörtüsü çekiştirildi ve daha bir sürü üzücü olay yaşandı. Bütün bu yapılan saldırılara verilen cezalar ise sadece uyarı oldu maalesef. Bununla beraber ateistinden Hindu’suna kadar farklı kesimlerden insanlar da biz Müslümanlara destek için bir hafta boyunca okullara ve işyerlerine başörtüsü takarak gittiler. Avustralya’da böyle insanî tavırlar görmek mümkün olsa da aynen Batı’daki gibi ırkçılık ve İslamofobi gün geçtikçe artıyor. Avustralya’dan bahsederken Batı kavramını kullanacağım çünkü bu ülke her ne kadar coğrafî olarak Batı’da yer almasa bile Batı kültürü içinde değerlendirilir. Zaten 1986’ya kadar da Birleşik Krallık’a bağlı idi. Avustralya günümüzde de İngiltere ile ortak bir kültüre sahiptir.
İşte bütün bunların çerçevesinde düşünüyorum ki biz de Avustralyalıyız ve çifte vatandaşlıktan dolayı herkesle eşit haklara sahibiz ama bu ülkede “bazıları daha eşit”.
- Yurt dışındaki ve Türkiye’deki hayatı mukayese etme imkânı bulabildiniz mi? Bu konuda hakîkatli konuşmak îcap ederse neler beyan etmek istersiniz?
Çocuklarımın örnek alacağı kimse yoktu Avustralya’da. Oradaki Müslüman cemaatlerimizde de maalesef bütünlük yok. Yapılan ırkçı saldırılar ve Müslümanlar arasındaki kopukluk sebebiyle bir dönem dışarı dahi çıkamaz olmuştuk ve ailece Türkiye’ye dönme kararı almıştık. Çocuklarımla beraber İzmir’e yerleştik fakat İzmir’de de modern(!) bir kadının saldırısına maruz kalmıştık. Kızım hazırlık sınıfına yeni başlamıştı ve okul üniformasının başörtüsüyle otobüse bindiği için bu modern(!) hanım tarafından azarlandık ne yazık ki. Şoka girmiştim, zira Müslüman olan ülkemde de gayrimüslim ülkedekine benzer bir saldırıya uğramıştım, hem de dinde ve millette aynı olduğum bir kardeşim tarafından! Âdeta yangından kaçarken doluya tutulmuştuk. İnsanın kendi öz vatanında garip kalması çok daha ağırmış. İşte o zaman anladım ki; küresellik sadece ekonomide ve maddede dünyayı etkilemekle kalmamış, Batı fikriyâtı her yerde hâkim hâle gelmiş. Neticede Avustralya’ya geri döndük.
Burada azınlık psikolojisi ile kendini daha fazla korumaya çalışıyor, dinine daha fazla sarılıyorsun. Rehâvete kapılmaman gerektiğini asla unutmuyorsun. Avustralya’da -okullardaki ve alışveriş merkezlerindeki mescidler hariç- 150’den fazla cami ve mescid var. Hayatımın yarısı burada geçti ve dinimi burada daha rahat yaşayabildiğimi üzülerek söylemeliyim. Evet, zor günler geçirdik ve hâlâ da Müslüman kimliğimizle tebliğ ruhu içerisinde hiçbir zaman gevşememeye çalışıyoruz. Ama burada etnik kökeniniz sorulmaz, bir program veya bir sohbet varsa herkes katılabilir. Bütün bunlar, İslâm’ı buralarda tanıtmak için imkân sağlıyor. Ben bir hattat olarak çok farklı çevrelere İslâm sanatını tanıtabiliyorum. Ben de artık kendimi Türk-Avustralyalı bir Müslüman olarak hissediyorum. Avustralya’da uzun zamandır yaşayan Pakistan, Hindistan, Afganistan gibi ülkelerin Müslümanları, İslâm geleneklerine ve aile bağlarına daha sıkı sarılmış durumdalar. Ama maalesef Türkiye’deki Batılılaşma eğilimi, buradaki Türklerde de fazlasıyla var. Boşanmalar da, yozlaşma da daha çok görülüyor.
Duruma Avustralyalılar cephesinden bakarsak, burada insanlar rahatlıkla camiye gelip soru sorabilir ve elhamdülillah bu vesileyle Müslüman olanlar çok. Sokak iftarları sayesinde de gayrimüslimlere kültürümüz tanıtılmaya çalışılıyor. Ben de ebru ve hüsnühat ile meşgulüm. Belediye kütüphanesinde atölye çalışmalarım oldu. Avustralyalılar, İslâm sanatlarına gerçekten büyük ilgi duyuyorlar.
- Mânevî anlamda günümüz gençliğinin durumunu değerlendirebilir misiniz?
Bence mânevî anlamda her yerde aynı problem var: akıllı telefonlar ve sosyal medya alışkanlıkları. Oyun bağımlılığı sebebiyle sadece gençlerin değil yetişkinlerin bile psikolojik danışmanlığa ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. Kendim dahi bu konuda âciz iken nasihat veremem ama gençlerin bu teknoloji bağımlılığına karşı bir sanat veya spor meşgalesi ile kendilerini muhakkak takviye etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Küreselleşmenin bizdeki sonucu, körü körüne Batılılaşmaktır. O yüzden millî ve manevî değerlerimizi yeniden diriltmeliyiz!
- Yurt dışında yaşayan Müslüman Türk gençlerinin şahsiyet gelişimi nasıl desteklenmelidir ve manevî boşluklar nasıl doldurulmalıdır? Küreselleşme sonucu kültürler arasında hızlı etkileşim söz konusu. Bu nedenle aynı soruyu Türkiye gençliği için de sormak isteriz.
Ailelerin çocuklarını bir sanat veya spor meşguliyetine yönelterek zararlı olabilecek alışkanlıklar ve çevrelerden korumaları şart. İslâm’ın güzel yaşandığı ortamlarda arkadaşlıklar kurmalarını sağlamak lazım. Fakat yurt dışında yaşayan öğrencilerin çok farklı problemleri olabiliyor. Farklı milletlerden buraya gelen gençler, fakir bir ülkeden geldikleri için ve burası zamanında İngiliz sömürgesinden çıkmış olduğu için İngiliz hayranlığı duyuyorlar, bazıları bir Avustralyalı ile evlenip burada kalmak istiyor. Kimileri, ailelerine para gönderebilmek için gayrimeşrû ilişkiler kuruyor. Bu kardeşlerimize Müslüman derneklerin el birliği ile sahip çıkması gerek.
Bir de sahip çıkılması gereken, sonradan Müslüman olan gençler var. 16 yaşında Müslüman olmuş bir arkadaşım vardı, adı Aziza. 16 yaşında olduğu halde yalnız yaşıyor ve altı ayrı işte çalışıyordu. Anne ölmüş, baba şizofren, üç ağabeyinin ise hiçbir şey umurunda değildi.
Sonradan Müslüman olan Avustralyalılar, dinlerini öğrenmek için başka milletlerden Müslüman birisiyle evleniyorlar ama bu sefer de kültür çatışması yaşıyorlar. Neticede bizlere düşen, hem birey hem Türk milleti hem de Müslüman cemaat olarak bütün bu kardeşlerimizin derdiyle dertlenip onlara kardeşimiz gibi sahip çıkmaktır. Ama bunun için de ciddi bir organize gücü ve birlik-beraberlik şart!
- İslâm bilincinin ve ahlâkının gençlerin karakterlerine ve yaşantılarına yerleşebilmesi için üzerimize düşen vazifeler nelerdir?
Allah’ın rahmeti cemaatedir. Camiler boş bırakılmayacak. Öğrenilenler sürekli tekrar edilecek, farzların ve sünnetlerin hayatımıza geçirilmesi ile alâkalı olarak talimler yapılacak.
Engel olmak ne mümkün ama telefon alışkanlığının önüne geçebilecek güçlü programlar, psikolojik destekler, okuma günleri, telefonsuz bir gün gibi kamplar organize edilebilir. Bunu şu an gayrimüslimler bile yapıyor. Sanatçı olduğum için telefonu bu kadar vurguluyorum, çünkü gençler düzgün alışkanlıklar edinmeyince yanlış bağımlılıklara kapılıyor. Büyüklerin dediği gibi, hak ile meşgul olmazsan bâtıl seni işgal eder. Bu yüzden sanatsal atölye çalışmaları şart. Allah hepimize gayret, ihlâs versin, rızâsı için ümmete hizmet etmeyi nasîb etsin.