2022 HAZİRAN - 3. SAYI Dergi Genel

KIYMETLİ SAFİYE HANIM TEYZEMİZLE HASBİHAL

KIYMETLİ SAFİYE HANIM TEYZEMİZLE HASBİHÂL

EN BÜYÜK ZENGİNLİK İMAN ZENGİNLİĞİ

Ayşegül Zobi Balta: Batı medeniyeti tarihten günümüze zirve bir medeniyet olarak gösteriliyor. Özellikle gençlerimiz özenti duyarak, hayranlıkla Batı’yı taklit ediyor. Oradan gelecek her rüzgâra kapılıp gidiyor toplumumuz. Batı medeniyeti gerçekten özenti duyulacak bir medeniyet midir? Siz pek çok Avrupa ülkesine seyahat ettiniz. Gezip gördüğünüz bizzat şâhit olduğunuz hâdiselerden bahseder misiniz?

Safiye Hanım Teyzemiz: Seyahatlerimiz esnasında Batı insanının nasıl bir boşluk ve sefalet içinde yaşadığına çokça şâhit olduk. Birkaç örnek vereyim:

Birkaç sene evvel Belçika’daki Müslüman kardeşlerimiz, vakıflarında 300 kişilik iftar daveti vermişler. Davete gelenler ‘’sokakta yatan’’ kimselermiş. Belçikalı Müslümanlar da var aralarında. Avrupa’da yaşlıları, kimsesizleri sokakların insafına terk ediyorlar. Açlıktan kıvranan bir kimseyi görseler dahi onu yedirip içirmeyi vakit ve nakit kaybı olarak görüyorlar. Batı insanı bencil, pragmatist. Biz Müslümanlar çok zenginiz, çünkü îmanımız var. Bundan dolayı merhametliyiz. Bizdeki merhamet hiç kimsede yok, çünkü Müslüman’ız. Bizim ülkemizde yaşlılar, kimsesizler sokaklara terk edilmez, himâye edilir. Belediyelerin aşhaneleri var, aç kalan gider, karnını doyurur. İslâm’ın ikramperverliğini en çok Ramazan’da Mekke ve Medine’deki iftar sofralarında görüyoruz. Sofra sahipleri oradan geçen insanları “Lütfen gel, soframa otur!” diye ısrarla iftarlarına davet ederler.

Batı insanına Müslüman toplumlar özeniyorlar ama onların özenilecek hâlleri yok. Bize öyle yansıtılıyor sadece. Ekranlarda modern ve zengin evler gösteriliyor, bu gerçek değil. Evlerinde halı yok, perde yok; bir stor perde takıyorlar o kadar. Mobilyaları 60-70 yıllık zaten. Fransa’dan bir hanım gelmişti, uzun zaman Fransa’da yaşadıktan sonra Türkiye’ye göç etmişler. İstanbul’dan ev almışlar ve eve perde almak için çarşıya gitmişler. Perdeci Fransız güpürü diye bazı perdeleri gösterince hanımın beyi “Fransa’dan yeni geldik, Fransızların perdesi yok ki güpürü olsun.” demiş. Bunu üzerine perdeci “Bize de Küçükçekmece’deki fabrikadan geliyor. Fransız deyince daha iyi satılıyor.” demiş!

 

Ayşegül Zobi Balta: Ne kadar trajikomik ve ibretlik bir durum gerçekten. Bizde Batı adıyla moda ama Batı’da adı bile yok… Gençlerimizin bu kadar özendiği bu insanlar, madden dağınık oldukları gibi mânen de dağınıklardır elbette, değil mi?

Safiye Hanım Teyzemiz:  Sorunuzu İslâm ile şereflenmiş insanların hayatlarından örnekler vererek cevaplandırmak istiyorum. İslâm’dan önceki hayatlarıyla Müslüman olduktan sonraki hayatları arasında çok büyük farklar var. Batı insanının kalpleri, îmansızlık sebebiyle hep bir sıkıntı içinde. Acınacak hâllerine özenmek, büyük bir gaflet. Sonradan Müslüman olan bir Fransız kızımız vardı. “Siz îmansızlık nedir bilmiyorsunuz!” derken titremiştim. Hâlâ o titremeyi hissediyorum. “Ben Müslüman olmadan evvel seyahat ederdim. Ama kalbimin sıkıntısını bertaraf edemezdim, kalbim hep sıkışıktı. Müslüman olduktan sonra kalbim açıldı, rahatladı!” demişti. Sonradan îmanla şereflenenlerin hepsi benzer şeyler söylüyorlar: “Kalbim sıkışıktı; îmandan sonra kalbim açıldı, rahatladı, huzur buldum!” diyorlar. “Bu açılma nasıl bir şeydir?” diye merak ediyordum. Tam olarak sorumun karşılığını bulmak için uzunca bir süre düşündüm ve bir gün karşıma En’âm Sûresi 125. âyet çıktı:

Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.”

Bu âyetle soruma tam olarak cevap bulmuştum. Âyette ضَيِّقًا (dar) kelimesi geçiyor. Hani tepelere çıktıkça rahat oksijen alamayız, damarlarımız şişer ve kalbimiz hızla çarpar ya, kâfirlerin hâli tam bu anlatılan (ضَيِّقًا) darlık işte. Kalpleri semâya çıkarılmış gibi “dayyık” tır yani dardır, sıkışıktır. Fransız kızımızın “Siz îmansızlık nedir, bilmiyorsunuz!” derken îmandan önce nasıl bir darlık ve kasvet yaşamış olduğunu bu âyetle anladım.  Kalp, İslâm’a açılmamışsa şimdiki tabirle anksiyete hali yaşıyor insan. Müslüman’ın kalbi ise huzurludur, kalbinde inşirah vardır. İnsanın başına her türlü musîbet gelebilir ama îman olunca kalp huzurunu kaybetmiyor. En büyük musîbet, îmansızlık; en büyük zenginlik de îman zenginliğidir. Allah îmanımızı dâim etsin.

Ayşegül Zobi Balta: Âmin. Yazık, nasıl bir buhran hâli! Bunlar Avrupa’nın anlatılmayan yüzü tabii.

Safiye Hanım Teyzemiz: Yasaktır çünkü. Avrupa’da büyük bir manevî buhran yaşanıyor ama bu basına hiç yansıtılmıyor. İntihar vakaları çok normal orada. Mesela Annonay’da derenin üzerinde bir köprü var. Kafası atan, îmanı olmayan, stresle boğulan genç; semâya çıkıyormuş gibi kalbi daralıyor, problemlerinin içinden çıkamıyor. Tek çözümmüş gibi gidip kendisini köprüden atıyor. Ailesi köprüye gidip ölen çocukları için oraya bir çiçek koyuyor. Jandarma da hemen peşinden gidip çiçeği alıyor ki; diğer insanlara örnek teşkil etmesin, onlar da aynısını yapmasınlar.

Avrupa insanının medyaya yansımayan gerçek yüzü bu aslında. Onlar sefil bir hayat yaşıyor, kalpleri de daima darlık içinde. Biz gayrimüslimlere özenmeyeceğiz, muhabbet duymayacağız ama güzel örnek olacağız. Onların kültürünü çağrıştıracak yazıları, motifleri, sözleri kıyafetlerimizde taşımayacağız. Keşke hepsi İslâm ile şereflense. Bunun için de sıkı bir münasebete, dostluğa girmeden İslâm’ın zarafetini sergileyeceğiz onlara karşı.

Ayşegül Zobi Balta: İslâm’la şereflenen pek çok Avrupalı var, çok şükür. Gün geçtikçe de bu yöneliş artıyor. Îman onlara büyük bir manevî zenginlik kazandırıyor.

Safiye Hanım Teyzemiz: Öyle tabii. Çünkü kendi dünyalarının içi bomboş, İslâm’ı tanıyınca kalplerine itminan geliyor. Mesela İstanbul’a bir Fransız hanım gelmişti, ismi Jorjet. Dağ sporu yapıyormuş sürekli. Biz de ona İstanbul’u gezdirdik ve tarihimizi anlattık. Topkapı sarayına götürdük ve dedik ki “Bakın size anlatıldığı gibi padişahların lüks hayatları yoktu. Yer yataklarında yatar, sabahleyin de bu yatakları dürerlerdi. Padişah altın işlemeli tahtta otururdu ama karşısında hep iki ayet dururdu.  Bu ayetlere bakıp kendisini, nefsini kontrol altına alırdı.” Sonra Süleymâniye Câmii’ne götürdük ve anlattık. “Câminin inşasında hiçbir hayvan terletilmemiş. Çalışanların hakları yenilmemiş. Süleymâniye’nin mimarîsi kampüs şeklinde; okulu, hamamı, Dârüzziyâfe denilen aşhânesi var. İnsanlar bu aşhanede ücretsiz yemek yerlerdi. Şifâhânesi var, aradan beş yüz yıl geçmiş olmasına rağmen bugün dahî bu şifâhâne doğumevi olarak vazifesini ifâ ediyor. Yani “insan” unsurunun merkeze alındığı bir külliye inşâ edilmiş. İşte İslâm medeniyeti sadece insana değil hayvanâta ve nebâtâta da şefkât nazarıyla bakıyor.” Bütün bunları anlatınca tabi, Jorjet hanım etkilendi ve “İslâm’a alaka duyuyorum.” dedi. Yine beraber olduğumuz bir gün kelime-i şehâdet getirdi, başını omzuma koydu ve “Kalbim açıldı. Bundan böyle İslâm benden ne istiyorsa ona göre yaşayacağım” dedi. Fransız Jorjet Hanım, Hatice ismini aldı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hayatını öğrendi. Jorjet Hatice Hanım, daha evvel de söylediğim gibi dağcı, alışmış dağ sporu yapmaya. Belki bilirsiniz dağcıların ayakkabılarının altı çivilidir ama Jorjet Hanım ‘’Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hayatını öğrendikten sonra çıplak ayakla dağa tırmanmaya başladım. İndikten sonra on beş gün yürüyemiyorum.” dedi. “Neden çıplak ayakla?” diye sordum. “Peygamberimiz’in hayvanlara bakışını, merhametini gördüm. Dağcı ayakkabılarım kayalara çarpacak, kayaların arasında üzerinde dolaşan böcek, karınca gibi hayvanlar bu çıkan sesten heyecanlanacak, kaçışacak. Onlar korkmasın, üzülmesin diye ayakkabımı çıkarıyorum.” dedi. Bakın kalbi İslâm’a açılıyor, hayata bakışı nasıl değişiyor!

 

Ayşegül Zobi Balta: İslâm’ı sonradan bulanların gayretleri de çok farklı oluyor. Ne kadar yüksek bir merhamet! Her biri ayrı ibret.

Safiye Hanım Teyzemiz: Belçikalı bir hanım vardı. İstanbul’a geldiğinde ona uygun kıyafetler bulmak için kendisini bir dikiş atölyesine götürdük. Bu atölyede de hayırsever bir hanım var, Allah razı olsun sabahtan akşama kadar fîsebîlillah dikiş diker. Çok da tertiplidir kendisi. Belçikalı hanım için etek bluz takımı aradığımızı görünce, “Afrikalı fakirler dururken neden Avrupalıları giydirelim?” demişti. Hâlbuki Belçikalı hanım kendisine hediye edilen kıyafetleri görünce dikiş yapan hanımı yedi defa öpüp teşekkür edip ağlamıştı. Bu Belçikalı hanım daha evvel bir konuşmamız esnasında “Peygamber’e ne ihtiyaç var? Ben Allah’la konuşurum!” demişti. Kıyafetleri kendisine hediye edince tam da yeri gelmişti ve “Bakın peygamberler, bizim için örnektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hediyeleşmeyi tavsiye ediyor ve insanlara hediyeler veriyor. Biz de O’nu örnek aldığımız için size hediye verdik.” dedim. Böylece ‘Peygamber’ kavramını tanımış oldu. Daha sonra bu Belçikalı hanımın durumunu öğrenmek için aradım. Ne demiş, biliyor musunuz? “Acaba o programlar, sadece ben gideceğim diye mi yapıldı?” Yani bunların hayatlarında bir insana karşılıksız yemek vermek, iyilik yapmak yok, hemen çıkarır, parasını öder. Bu gibi hediyeler, fedakârlıklar Avrupa insanının hayatlarında görmedikleri, bilmedikleri örnekler. İşte böyle örneklerle onları İslâm’a kazandırabiliriz.

Ayşegül Zobi Balta: Bu örneklere bakınca, gayrimüslimlere İslâm’ı tebliğin hem ince bir tarafı var hem de kolay bir yönü. İnce tarafı, muhatabına göre nerede ve ne konuşacağını iyi bilmek. Kolay olan yönü de zarafetle ikramlamak. Zira “İnsan ihsâna mağlûptur.” Ama tabii nefisleri rahata çok alışık olduğu için kabul etmeleri kolay olmuyor.

Safiye Hanım Teyzemiz: 7-8 sene evvel yaşanmış bir örnek vereyim sizlere: İspanyol bir hanım vardı, ismi Anne Maria idi. Kendisi Katolik bir mimardı, sonradan Müslüman oldu. Türkiye’ye geldiğinde onu ağırladık, kurslarımıza iftara götürdük ve memleketine dönerken çeşitli hediyelerle gönderdik kendisini. Gideli çok olmamıştı ki; bir süre sonra geri geldi. Neden bu kadar erken döndüğünü merak ettim, kendisine sormak istedim. O sırada o da beni çağırdı. Yanına gidip “Esselâmu aleyküm Anne Maria! Ne kadar da güzelleşmişsiniz!” dedim. “Aleyküm selam, adım Elif!” dedi. Müslüman olduktan sonra bu ismi almış. Soruları vardı ve ilk sorusu şuydu: “Artık ayak ayak üstüne atmayacağım değil mi?’’ Müslüman olmadan evvel çok rahat bir hayat yaşıyordu oysa ki! Îmanla hayata bakışı değişmiş; kendisini ilahî kameranın altında hissetmeye başlamıştı. İkinci sorusu: “Arkama dayanıp sigara da içemem değil mi?” idi. Üçüncü sorusu ise “Uyurken ne hâlde olmalıyım?” oldu. Zaten kendisi ilk iki sorusunun cevabının farkındaydı, İslâm edebini bu kadar derinden öğrendiğini ve yaşadığını görünce üçüncü sorusuna ben de şöyle cevap verdim: “Başını kapatır, pijamanı giyersin!”

Dördüncü olarak “İslâm’da kadının yeri nedir?” diye sordu. Sorulara en doğru cevabı vermek için Allah’tan yardım isteyeceğiz. Bulunduğumuz mekânda bir kolon vardı, görünce aklıma geliverdi. “Elif Hanım, siz mimarsınız. Bu kolon kırılsa ne olur?” diye sordum. “Bina çöker!” dedi. “Cemiyetin mimarı da hanımlardır. Bir cemiyette hanımlar saliha olursa o cemiyet âbâd olur yoksa berbat olur. Çok mühim! Cemiyete biz yön vereceğiz.” dedim ve anlatmaya devam ettim: “Kur’ân’da bir hanımın adını taşıyan sûre var: Meryem Sûresi. Meryem Vâlidemizden ‘iffetini koruyan Meryem’ diye övgüyle bahsediliyor. Umrede ve hacda say yaparken Safâ ile Merve arasında kimin hatırasını yâd ediyoruz? Hâcer validemiz, İbrâhim aleyhisselâm’ın hanımı; yeni doğmuş bebeği ile su ve ekin olmayan; canlı dahî yaşamayan bir çölde, bir testi su ve biraz hurma ile kalmıştı. İnsan yok, bitki yok, hayvan yok, su yok… Bu hanım ‘Ekin ve su olmayan bu yerde bizi kime bırakıp gidiyorsun? Yoksa bunu sana Allah mı emrediyor?’ diye sordu. Kocası Hz. İbrâhim ‘Bu Allah’ın emridir!’ deyince ‘Öyleyse O, bizi zâyî etmez!’ dedi Hâcer Validemiz. Su bitince Safâ ile Merve tepeleri arasında 7 defa koşturarak gidip geldi. Dört-beş bin yıl önce yaşanan bu teslimiyet örneğini -Hâcer validemizin sa’yini(koşturmacasını)- hacda sembolik olarak kadın-erkek canlandırıyoruz.” Bunları dinleyince “Tamam!” dedi ve rahatladı.

Daha sonra soru sırası bana geldi ve merak ettiğim o soruyu sordum: “Elif Hanım, neden bu kadar çabuk geri geldiniz?” Cevâben “Nasıl erken gelmem! Burada ezan sesleri var, camiler var, kapalı hanımlar var. Onlardan bana pozitif enerji geldi. Aya Kante’ye, kendi memleketime gittim; sağım-solum kâfir, onlardan da bana negatif enerji geldi.” dedi. 

Tabii yine de İspanya’ya dönmek durumunda kaldı. Daha sonradan -burada tanıştığı bir Meryem kızımız vardı- onu davet etmiş. Meryem de bana “Gideyim mi sizce?” diye sorunca “Orada fazla Müslüman yok, iyi olur gitmen.” dedim. Meryem de “Ben Belçikalıyım. Avrupa’da kimse kimseye bir bardak suyu karşılıksız vermez. Ben oraya on günlüğüne gideceğim. On günlük yeme-içme masrafını ve kalırken kullanacağım elektrik masrafını hesap edip bir zarfa para hazırladım.” dedi. Meryem davet edilmiş olmasına rağmen zarfını da ayarlayıp gitti. Türkiye’ye döndüğünde anlattı: “Elif Hanım beni çok güzel ağırladı; yedirdi, içirdi…  Ayrılacağım zaman ‘Teşekkür ederim Elif Hanım.’ dedim ve zarfı uzattım ki, büyük bir tepkiyle bana ‘Bırak onu, ben Müslüman’ım. Müslümanlar birbirine karşılıksız ikramda bulunur!’ dedi. Îmanla bakış açısı nasıl da değişiyor! Müslüman olmamış olsaydı ‘Şu kadar yemek yedi, şu kadar masraf oldu’ diye hepsini hesap ederdi.

 

Ayşegül Zobi Balta: Kültürümüzden, İslâm medeniyetinden ne kadar farklı bir bakış açısı… Ne kadar hodkâm bir yaşam tarzı…

Safiye Hanım Teyzemiz: Size Jeniffer Hanım’ı da anlatayım: Kendisi anlatıyor: “18 yaşındaydım, annem beni bıraktı. Yalnız kalmıştım. Diskoteklerden çıkmıyordum ama içimdeki boşluk da bir türlü dolmuyordu. Ne zaman Müslüman oldum, o zaman rahat ettim. Çünkü 18 yaşına basınca -annemin evi de olsa- hem evimin kirasını vermek hem de tahsil masraflarımı karşılamak zorundaydım. Bunun için para kazanmam gerekiyordu.” İşte böyle, Avrupalılarda genelde 18 yaşını dolduran genç, yemesi – içmesi de dâhil evdeki tüm masraflarını karşılamak zorundadır. Eğer annenin evde erkek arkadaşı yoksa çocuğun evde kalmasına izin verilir ama masraflarını genç kendisi karşılar.

Bir kızımız da İngiltere’ye gitmiş, orada gayrimüslim bir aileye misafir olmuştu. Evin kızı akşam eve gelince annesi ona “Sen bu ay on altı kere banyo yaptın, ücretini ver.” demiş. İslâm’da ise ebeveynlerin evlâtlarını karşılıksız himayesi vardır. Anne merhameti, Allah’ın yeryüzüne tecelli eden merhametinden telakkî edilir.

Avrupa’da yaşayan başka bir kızımız anlatmıştı: Kapıları çalınmış, komşusu gelmiş. Heyecanlı bir şekilde “Anneme yemeğe gideceğim. Fazla para vermek de istemiyorum. Parayı bozdurmak için geldim, para üstü onda kalmasın.” demiş. İşte, Batı’nın gerçek yüzü!

İnsan, ikram ve iltifata mağlûp olur. İslâm’ın güler yüzü ile muâmele etmek lâzım bu merhametten mahrûm insanlara. Fransa’da Fatma kızımız var. Hanımlarla toplanıp Kur’ân öğrendikleri, okudukları, ikramlık yiyecekler hazırladıkları bir dernek evi var. Bilirsiniz, Batı’da zengin bir yemek kültürü yok. Yemekleri sebze çorbası, krep, haşlanmış sebze, tavuk gibi şeyler. Bizde dolmalar, börekler, tatlılar gibi zengin çeşitler var. Fatma Hanım da yapılan yemeklerden 71 yaşındaki gayrimüslim komşu hanıma da götürürmüş. Hattâ ara sıra dernekten hanımlarla gidip bu yaşlı hanımın evini toparlar, düzenlerlermiş. Bir gün ziyaretine gidip “Biz artık Türkiye’ye dönüyoruz.” deyince yaşlı kadın çok üzülmüş. Sabaha kadar ağlayıp duâ etmiş: “Fatma Türkiye’ye dönmesin!” diye. Niye? Kapısı açılıyor, hatırı soruluyor, kendisine karşılıksız ikram yapılıyor. Fatma kızımız da ona “Ben Müslüman olduğum için size bu ikramı yapıyorum. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ‘Komşunuza ikram edin.’ buyuruyor. Biz de onu örnek alıp ikram yapıyoruz” demiş. Bunun üzerine yaşlı hanım üç hafta sonra İslâm’la şereflenmiş. İnternette hanımın videoları da var ve çok izleniyor. İslâm’daki bu âlicenaplık hidayete vesile oluyor.

İslâm aleyhindeki haberlere, İslâmofobiye rağmen dinimize çok büyük bir teveccüh de var. Bu yönelişe engel olamıyorlar. Çünkü îmanın tadını alan bu insanlar sevdiklerine, akrabalarına da aynı lezzeti tattırmak istiyorlar. Îman eden insanların hayatlarındaki değişimi görenler, dînimizdeki güzelliklerin farkına varıyorlar. Gerçek “insanlık medeniyetinin” İslâm’da olduğunu görüyorlar. En başta da dediğimiz gibi en büyük nimet îman nimeti! Rabbim bizi bu nimetten mahrum etmesin.

 

Ayşegül Zobi Balta: Âmin. Allah bizlere de sizler gibi bu îman nimetini îmandan mahrum gönüllere taşımayı nasip etsin. Hikmetli misâllerle dolu bu güzel hasbihâl için kıymetli Safiye Hanım teyzemize çok teşekkür ediyoruz. Bu hâdiselerden ibret alabilmeyi Rabbimizden niyâz ediyoruz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir