Dergi

MUHTEREM OSMAN NÛRİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ İLE “MÜSLÜMANIN ÜMMET ŞUURU”

DÜNYA BİZDEN HİZMET BEKLİYOR. SADECE HAKK’IN RIZÂSININ ARANDIĞI, ŞEFKAT VE MERHAMET GÖSTERİRKEN HİÇBİR GÖNLÜN BİRBİRİNDEN FARKLI TUTULMADIĞI, GÖNÜLLERİN BİR DERGÂH HÂLİNE GETİRİLDİĞİ, YANİ BİR GÜNEŞ GİBİ HER KARANLIĞI AYDINLATAN, HER ÜŞÜYENİ ISITAN BİR HİZMET…

  • Efendim, “Kardeşlik Dünyası” dergisi ekibi olarak “Müslümanın Ümmet Şuuru’ mevzuunda zât-ı âlînizin kıymetli fikirlerine müracaat etmek istiyoruz. Bu hususta size bazı sualleri tevcih edeceğiz müsaadenizle.

İlk suâlimiz: Çağımız Müslümanlar için imtihanlı bir çağ. Hiçbir Müslüman ülke yok ki; gerek maddî gerek manevî sıkıntılar içinde olmasın. İslâm’ın en güzel yükselişlerinin yaşandığı zamanlardan sonra, bu zamanın bir fetret olup geçmesini ümit etmekteyiz. Aynı zamanda bu devrin geçmişte kalması için gayretin şart olduğunun da idrâkindeyiz. Sizce Dünya Müslümanlarının şu anki ahvâlinde bir Müslümanın ümmete karşı vazifesi nedir? Kötüye giden bu ahvâlin iyiye çevrilmesi için hangi gayretler, hangi usullerle gösterilmelidir?

Osman Nûri TOPBAŞ: Bu sorunun cevabı zaten Kur’ân-ı Kerîm’de var. Rabbimiz günde 5 vakit, namazın her rekâtında bize Fâtiha Sûresi’ni okutturuyor. Fâtiha’da bugün bilhassa üzerinde düşünmemiz gereken;

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ

“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) âyetidir.

Zira bu âyette bizim ferdî değil, beraberce, yani cemaat hâlinde Allâh’a kulluğumuza dikkat çekiliyor. Müfret gelmiyor, cemî’ geliyor, âyetteki ifade. Demek ki Allah’a toplu olarak kulluk ve ibadet eder isek Allah’ın yardımı gelir. Toplum olarak ilâhî emir ve yasaklara riâyetimiz ne durumdaysa, Allâh’ın yardımına da o nisbette nâil olabileceğimiz beyân ediliyor.

O hâlde umûmî belâ ve musîbetlerin çoğaldığı zamanlarda topluca kendimizi hesaba çekip hatâ ve kusurlarımızın telâfîsine yönelmemiz elzem. Başımıza büyük felâket ve bâdireler gelmemesi için, hep beraber tevbe ve istiğfâra yönelip, Allâh’ın emir ve yasaklarına daha çok îtinâ göstermeliyiz. Bol bol sadaka ve infaklarla garipleri, yetimleri, kimsesizleri, mazlumları sevindirmemiz şart. Zira Allâh’ın nusret, inâyet ve rahmetine nâiliyet bunlara bağlı.

Müslümanlar bu zamanlarda bir fetret devrinden, bir denemeden geçiyor. Meselâ bir Mekke devrinde 13 sene Müslümanlar, alay gördü, hakâret gördü, zulüm gördü, açlık gördü. Peygamber Efendimiz (r) dahî taşlandı ve nübüvvetin ikinci yılında şu âyet-i kerîmeler, büyük bir müjde olarak indirildi:

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ

اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۜ

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)

Âyet-i kerîmelerde her zorlukla beraber bir kolaylığın bulunduğu iki defa ve te’kitli bir ifadeyle vurgulanıyor. Demek ki sonunda İslâm dâvâsının mutlaka başarıya ulaşacağını, bu zorluk ve zahmetlerin ardından büyük bir kolaylık ve rahmetin geleceğini müjdeliyor Allah Teâlâ.

Akâid güçlenecek ki bunun ardından da Cenâb-ı Hakk’ın yardımı gelecek. Bugün biraz akâid de

zedelendi; deizm, ateizm vs… Bugün bir de İslâm’ı kendine göre yorumlama var. Bunlar nezdinde bir fetret dönemi yaşanıyor. Fakat müslümanlar gayret eder; hem kendini ihyâ eder, hem de içtimâîleşirse, yani kendini dünyanın akışından mesul görürse, o zaman ilâhî yardım muhakkak gelir. Nasıl Ashâb-ı Kirâm kendini mesul gördü; Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti. Nerede insan toplumu varsa Ashâb-ı Kirâm oraya gitti ve Cenâb-ı Hak büyük bir fütûhat ihsân etti. Yani İslâm fütûhâtı, îman fütûhâtı. Bugün de aynı şekilde müslümanlar çok ağır bir şekilde imtihandan geçiyor.

Şunu unutmamak lâzım, Rasûlullah (r) Efendimiz buyuruyor ki:

“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir. Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez! (Evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)

Ashâb-ı Kirâm’ı iyi okumak lâzım. Eğer Ashâb-ı Kirâm’ın yaşantısına yakın bir yaşantıya girebilir isek rahmet-i ilâhî mutlaka iner; lâ şek velâ şüphe… Fatiha’da îzah ettik; وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ buyruluyor. Yani kulluğa mukâbil, istiâne (mânevî yardım) var.

  • Siz, ümmetin acılarına karşı duyduğunuz merhamet ve hamiyet hislerinin sevkiyle dünya üzerine pek çok seyahatler gerçekleştiriyor, müslüman kardeşlerimizle yakından ilgileniyorsunuz. Bu seyahatlerin ilki hangi ülkeye, hangi sebebe binâen gerçekleşmiş oldu?
Hüdayi Vakfı tarafından Uganda’da açılışı yapılan su kuyusu

Osman Nûri TOPBAŞ: Bunun uzun bir mâzisi var tabi. Kısaca anlatmak gerekirse, ilk seyahatimiz Azerbaycan’a oldu. Azerbaycan’da vahim bir durum vardı: Yeni komünizmden çıkmıştı. Halk madden, mânen perişan ve dinden habersizdi. Ölüleri bile -hristiyanlar gibielbise giydirip gömüyorlar, sonra da başında bir müddet durup ayrılıyorlardı. Yani bir tek İslâm’ın ismi kalmıştı, fakat içi boş bir İslâm vardı.

Seyahatlerimiz Azerbaycan’dan diğer ülkelere yayıldı; Kırgızistan, Kazakistan, Gürcistan. Ondan sonra talepler geldi ve neticesinde Balkanlar oldu, Afrika oldu. Bugün Amerika’da bile -az da olsa- hizmetler var. Meksika’dan vb. yakın yerlerden gelen talebeler var.

O mahrum yerlerin ıztırâbı, dramı derken, farklı coğrafyalara doğru yayıldık. Kim yaydı bunu? Arapça’da bir ifade var: “Tahtında müstetir hüve.” Yani “altında gizli zamir”. Burada tahtında gizli olan, Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hak lûtfetti; bu tebliğ, dünyanın dört bir yanına yayıldı -elhamdülillah-. Hepimiz bu nîmetlerden bir imtihan içerisindeyiz. Nîmetin büyüklüğü nisbetinde gayret sarf etmemiz zarûrî. Ne kadar gayret edeceğiz? Cenâb-ı Hak kullarını, kendilerine verdiği nîmetler ölçüsünde mükellef tutuyor. Yani bir insan, ilâhî nîmetlerden ne kadar nasîb almışsa, mes’ûliyeti de o miktarda olacaktır. Zira Cenâb-ı Hak kulundan, takatinden fazlasını istemiyor. Lâkin tâkati nisbetinde de onu mes’ûl tutuyor.

Bir misâl kabîlinden zikretmek gerekirse; yirmi beş kilo kaldırabilecek bir insanın yirmi dört kilo kaldırması, aradaki bir kilodan dolayı mes’ûliyeti gerektirir. Veya Hüdayi Vakfı tarafından Uganda’da açılışı yapılan su kuyusu otuz kilo kaldırabilecek bir kimsenin yirmi kilo kaldırması, aradaki on kilodan hesaba çekilmesini îcâb ettirir.

Çünkü âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor: “Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Herkesin imkân ve istidatları farklı. Herkes kendi istîdâdın ve yapabileceklerini daha iyi bilir. Zekâtın bir nisâbı/ölçüsü var; kırkta bir. Ama Allâh’ın bize lûtfettiği imkân ve istidatların şükür borcu ne kadar, bilmiyoruz. Onun için, elimizden gelen bütün gayreti sergilemek durumundayız. Peygamberlere verdiği nîmet ayrı, salihler arasında ömrünü geçirenlere verdiği nîmet ayrı, avâmdan bir kimseye verdiği nîmet ayrı… Fakat herkes, kendisine verilen nîmetin mukâbilinde hesap verecek. Yani kimseyle kendini kıyas edemezsin. Allâh’ın verdiği nîmetlere göre, onun hesabını verecek herkes;

peygamberler bile bu hesaba dâhil.

  • Dünyanın dört bir yanına gerçekleştirdiğiniz seyahatler esnasında size en çok tesir eden, sizi en fazla hislendiren şeyler neler oldu?
Arnavutluk
Vlore’de
Muradiye
Camiii

Osman Nuri TOPBAŞ: En çok bizi müteessir eden şey; gittiğimiz yerlerde -maalesef- İslâm bilinmiyor, ya da kulaktan duyma bilgilerle, içi boş bir İslâm bilgisi vardı. Birçok yerde, mesela Afrika’da bunu çok gördük. Ailenin yarısı hristiyan yarısı müslüman; “O da dindir, bu da dindir!” diyorlar. Diğerinin de Hristiyanlık’tan haberi yok; muharref bir Hristiyanlık, bitik bir Hristiyanlık, ama neye inandığının farkında değil.

Hattâ bazı yerlerde kim yardım ederse onun dînine giriyorlar. Müslüman yardım ederse müslüman oluyorlar, hristiyan yardım ederse hristiyan oluyorlar. Öyle mânevî bir kargaşa ve karışıklık var o topraklarda.

Şimdi burada en mühim olan, oralardaki gayretleri artırmak. Nasıl -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz elçiler gönderdi her yere; “Ben elçiyim!” diyecek ve gidip oralarda İslâm nîmetini infâk edecek. Münfik olacak, münfika olacak.

Dünya bizden hizmet bekliyor. Sadece Hakk’ın rızasının arandığı, şefkat ve merhamet gösterirken hiçbir gönlün birbirinden farklı tutulmadığı, gönüllerin bir dergâh hâline getirildiği, yani bir Güneş gibi her karanlığı aydınlatan, her üşüyeni ısıtan bir hizmet… Yaralı gönüllerin sarılmasını, akan gözyaşlarının silinmesini gâye edinen bir hizmet… Mazluma kucak açan, muhtacı incitmeyen bir hizmet… Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü sevmenin, bütün mahlûkâta şâmil merhametin muktezâsı bir hizmet… Velhâsıl mahlûkâta hizmeti, Hakk’a yakınlığın bir basamağı telâkkî eden bir hizmet…

  • “Müslümanın ilk sorumluluğu, yakınları ve kendi vatandaşlarıdır.” diyerek yurtdışına yönelik hizmetleri tenkit edenler var. Bu konudaki en doğru tavır nedir?

Osman Nuri TOPBAŞ: Dünya bir yangın yeri, kavrulup gidiyor. Bir müslüman, buna bigâne kalamaz. Bir misal vereyim: Bir annenin evlâdına karşı en aslî vazifesi süt vermektir. Ona süt verirken kendi de huzur bulur. Fakat bir yangın varken oturup süt vermeye devam edemez. Bugün yetiştirdiğiniz bir talebe, mânevî yangınlardan kurtuluşuna vesîle olduğunuz bir insan, yarın ahirette sizin kurtuluş vesîleniz olacak belki.

Türkiye’de de fakirlik var ama açlık yok; kendi fakirin -evet fakir durumda- ama açlık yok. Meselâ bir ekmek bulamayan yok. Suriye’ye giden arkadaşlar anlatıyor; “Bir lahmacun dağıttık, o lahmacunu almak için 1 saat sırada beklediler.” diye. Afrika öyle; oraya ilk gidip geldiğimizde, üç gün bir şey yiyemedik. Orada açlık sınırında yaşamaya çalışanlar var. Yani ehem-mühim (önemli ve daha önemli) arasında bir tercih meselesi var.

“Müslüman, devrin akışından mes’ûldür.” hakikati çerçevesinde, yakın çevremizden başlayarak İslâm’ın güzellik ve ihtişamını bütün gönüllere anlatmaya gayret etmeliyiz.

Zira bugün artık Dünya küçüldü. Dünya’nın bir ucundan diğer ucuna kısa bir zaman içinde gitmek mümkün artık. Önümüzde Afrika, Orta Asya var. Mazlum memleketler var. Türkiye’mizde de mazlum Suriyeliler var. Onlara karşı mesûliyetlerimizin idrâki içinde olmamız lâzım. Zira Cenâb-ı Hak, mü’min olmak bakımından hepimize büyük mes’ûliyetler yüklemiştir.

  • Bu mânâda bütün dünyaya ulaşmak artık bir tuşla da mümkün. Dünya müslümanlarına yönelik tebliğ hareketlerinde sosyal medya nasıl kullanılabilir?

Osman Nuri TOPBAŞ: Efendim, bugün -maalesef- bilhassa gençler üzerinde en etkili olan şey internet. Fakat bu internet hizmetinin, gençliğin nabzına göre verilmesi lâzım, ama aynı zamanda İslâmî bir hava içinde olması lazım. Bu büyük bir iş tabi… Nasıl son söyleyeceğini ilk defa söylersen kaçırırsın; bu da o şekilde her adımına dikkat edecek, îtinâlı bir ekip tarafından yapılabilecek bir iş.

Bu ancak büyük bir heyetle, büyük çapta çalışmalarla olabilir. Mahallî internetlerle olmaz, zira mahallî internetler, yine müslümanları celb ediyor. Fakat diğer taraflardan da, maddî bakımdan da tatmin edecek. Çünkü sokaklardaki âvâre insanı cezbetmiyor. Çünkü âvâre insanı cezbeden şey, nefsânî arzuların kabarık olması. Bu öyle bir şey olacak ki, nefsânî arzuları idealize edecek, gençleri yönlendirecek bir internet olmalı. Tabi bu çok büyük, çok masraflı bir iş; ekip işi, kültür işi…

  • Dünyada mazlum müslümanların bulunduğu bölgelerde tebliğ yapmak ve hizmet etmek isteyen hanım kardeşlerimize tavsiyeleriniz nelerdir? Kendilerini bu vazifeye nasıl hazırlamalılar? İçine girecekleri toplumun dilini ve kültürünü tanımaları öncelik arz eder, diyebilir miyiz?

Osman Nuri TOPBAŞ: Bir defa önce İslâm’ı iyi öğrenmeliyiz. Çünkü İslâm’ı lâyıkıyla öğrenmeden giderse, yöneltilen sorular karşısında bir cevap veremez.

Ecdâdımız da îlâ-yı kelimetullah uğrunda, İslâm dâvâsını kıtalara taşımanın aşk ve heyecanı içinde, hiç durmadan gayret ettiler. Onun için 1. Murad Han, Fatih Sultan Mehmed Han, Balkanların fethinde dâimâ Anadolu’nun kültürlü, derviş meşreb, fedakâr ailelerini oralara gönderdi. Onların telkinleriyle, o temiz ailelerin hâliyle oraların halkı İslâmlaştı.

Onun için birinci şart; İslam kültürü. İkinci şart; mes’ûliyet duygusu. Çünkü İslâm hayatın bütün safhalarını ihtivâ eder. Bir insan ne yaşarsa yaşasın, hangi problemle karşılaşırsa karşılaşsın, onun bir cevabı var. Yani cevapsız bir şey yok İslâm’da.

Bir cahiliye insanını düşünün; hepsi acayip fıtratlar, yarı vahşî insanlar ilk zamanlar… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz o insanları irşâd etti. Problemlerini çözdü. Problemini çözdüğün insan senindir. Derdiyle dertlenmediğin, problemiyle alâkadar olmadığın insanı kaybedersin. Meselâ bir enjeksiyon yaparken eğer damara isabet ettiremezseniz orası apse yapar. Fakat damara isabet ettirirseniz, o kalbe gider ve şifa verir. Tebliğde de mühim olan, muhâtabın yüreğine ulaşacak damarı bulabilmek…

UMÛMÎ BELÂ VE MUSÎBETLERİN ÇOĞALDIĞI
ZAMANLARDA TOPLUCA KENDİMİZİ HESABA
ÇEKİP HATÂ VE KUSURLARIMIZIN TELÂFÎSİNE
YÖNELMEMİZ ELZEM. BAŞIMIZA BÜYÜK FELÂKET
VE BÂDİRELER GELMEMESI İÇİN, HEP BERABER
TEVBE VE İSTİĞFÂRA YÖNELİP, ALLÂH’IN EMİR VE
YASAKLARINA DAHA ÇOK ÎTİNÂ GÖSTERMELİYİZ.
BOL BOL SADAKA VE İNFAKLARLA GARİPLERİ,
YETİMLERİ, KİMSESİZLERİ, MAZLUMLARI
SEVİNDİRMEMİZ ŞART.

  • Hâlen, yurtdışındaki eğitim kurumlarında, kültür merkezlerinde veya bazen hiç kurumsal bir yapı bulunmayan bölgelerde çalışan, halka İslâm’ı anlatan kardeşlerimiz var. Onlara yönelik tavsiyeleriniz nelerdir?

Osman Nuri TOPBAŞ: Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a îmân edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Hayırlı bir ümmet olmak için mükemmel bir karakter ve şahsiyet sergilemen lâzım. Çünkü insanlar dâimâ yüksek karakterlere hayran olur ve müstesnâ şahsiyetlerin ardından yürür. Bu sebeple tebliğe muhtaç yerlerden uzak durmamak gerek. Eğer gücün varsa, yüreğinin uzandığı yere kadar gitmek lâzım. Fakat giderken de şerîati koruman lâzım. Yani ilâhî emir ve nehiylere titizlikle riâyet etmen lâzım. Şayet şerîati koruyamazsan, nâkıs olur. Kadınerkek ihtilâtı gibi, şerîata ters ortamlardan uzak durmak gerek. Zira karşı cinsler arasında bir cezb ve incizab kanunu var.

Hizmet ve gayretlerimizde şer’î hukuka, şer’î nassa ne kadar dikkat edersek, o kadar Allâh’ın rahmeti iner.

Meselâ İzmirli Hasan Dayhan abimiz vardı -Allah rahmet eylesin- o anlatmıştı: “Afrika’ya gittik,

o zamanlar daha da iptidâi her şey. Bir araçta giderken ezan sesi duyduk. Hemen şoförden bizi ezan sesinin geldiği camiye götürmesini istedik. İmamla musâfaha yaptık. Bizim Türk olduğumuzu anlayınca çok duygulandı ve;

“–Biz Türkleri çok severiz ve hâlâ Sultan Abdülazîz’e duâ ederiz. Çünkü o bize Ebubekir Efendiyi gönderdi. Buraya Hindistan’dan gelenlerin, biz müslümanların içi boştu. Ertuğrul Hocaefendi geldi, bizlere İslâm’ı öğretti. O yüzden biz hâlâ Sultan Abdülaziz’e ve Ebubekir Efendi’ye dua ederiz.” dedi.

Bakın bir Ebubekir Efendi’nin kendini onlara adaması, o Afrikalıların kurtuluşuna vesîle oldu.

BUGÜN ARTIK HRİSTİYANLIĞIN ROZET OLARAK
BİLE BİR DEĞERİ YOK AVRUPA’DA. HRİSTİYANLIK
AVRUPA’DA BİTTİ, YERİNİ ATEİZME, DEİZME BIRAKTI.
BATI İNSANI, HAYATINA ÖLÇÜLER GETİREN İLÂHÎ BİR
İRÂDEYİ İSTEMİYOR, TAMAMEN NEFSÂNÎ BİR HAYAT
YAŞAMAK İSTİYOR. BU YÜZDEN HRİSTİYANLIK BUGÜN
HAM TOPRAKLARA YÖNELDİ. AFRİKA, UZAKDOĞU,
BALKANLAR, ONLAR İÇİN HAM TOPRAKLAR. BİR HAYAL
DÜNYASINDAN BAŞKA DA BİR ŞEY VAAD ETMİYOR.
BÂTILIN İÇERİSİNDE HAKKI ARIYORLAR.

  • Gerek yurt dışında olsun gerek yurt içinde olsun, misyonerlik faaliyetleri çok artmış durumda. Özellikle yurt dışında mücadele eden kardeşlerimiz, en çok misyonerlerle karşı karşıya gelmekteler. Hristiyanlık, Avrupa’da yerini ateizme, deizme bırakmışken Afrika’da, Balkanlarda, Uzak Doğu’da misyoner faaliyetlerin karşılık bulmasının sebebi nedir?

Osman Nuri TOPBAŞ: Kızım, o kadar boş ki bu Hristiyanlık, içerisinde hiçbir şey yok. Fakat halk bilmediği için kolay geliyor. Çünkü nefse zor gelen bir şey yok. Zaten deizmi ortaya getiren de Hristiyanlık bugün. Bir yasak yok, ufak-tefek yasaklar varsa da, onu da gidip affettirip çıkıyorsun.

Meselâ bizim kitapların Fransızcasını tercüme eden Musa Belfort diye bir arkadaşımız var. O daha evvel rahipti. Kendisine nasıl müslüman olduğunu sordum. Bizzat şöyle anlattı:

“Ben İncil’leri aldım, gittim Afrika’da bir caminin önünde dağıtmaya. Güya ben caminin önündekileri hristiyan yapacağım. Orada bir kişi geldi ve bana;

«–Sen hiç Kur’ân okudun mu?» dedi. Ben de;

«–Yok, okumadım.» dedim.

«–O zaman bir Kur’ân-ı Kerîm al, oku da ondan sonra gel, konuşalım.» dedi.

Doğruca gittim, imamdan Fransızca meali olan bir Kur’ân-ı Kerîm aldım. Açtım, okudum. Hristiyanlık’ta birçok şey vardı aklıma takılan: Günahın teselsülü var, günah çıkarma var vs… Bunlar hep cevap bulamadığım şeylerdi. Hepsinin cevabını Kur’ân’da buldum. Eve gittim, hemen hanıma söyledim, hanım da rahibeydi. Tabi söyleyince bana kızdı, bağırdı;                                                                            «–İçine şeytan girmiş!» dedi.

Ben de merkezimize gittim ve;

«–Ben müslüman oldum, vazifeyi bırakıyorum.» dedim.

«–Sen aklını kaybetmişsin, seni bir psikiyatriste götürelim.» dediler. Ben de;

«–Aksine, benim aklım başıma geldi.» dedim.

Eve gittim hanımı ikna etmeye, bir baktım ki, benim bavulumu kapıya koymuş. Öyle bir garip gibi kaldım Afrika’nın ortasında…”

Ardından ben Musa Belfort kardeşimize sordum;

“–Bu Avrupa ateist oldu, deist oldu. Niye müslüman olmuyor?” diye. Hemen;

“–Zor, çok zor!” dedi.

Ve devam etti:

“–Avrupalı, bomboş bir hayattan geliyor. İslâm’da ise beş vakit namaz var, oruç var, zekât var,

infak var, merhamet var, cömertlik var, ahlâkî birtakım hususiyetler var. Bunların hiçbiri Hristiyanlık’ta yok, Hristiyanlık çok kolay. «Bunu kilise bilir.» der, kapatıp geçer…”

Yahudilik ise ırkî bir din, kendi ırkının dışındakini de -Talmud’un ifadesiyle- kullanma salâhiyeti var. Birtakım kulüpler kuruyor, öyle iktidar elde ediyorlar: Masonlar vs…

Bugün artık Hristiyanlığın rozet olarak bile bir değeri yok Avrupa’da. Hristiyanlık Avrupa’da bitti, yerini ateizme, deizme bıraktı. Batı insanı, hayatına ölçüler getiren ilâhî bir irâdeyi istemiyor, tamamen nefsânî bir hayat yaşamak istiyor. Bu yüzden Hristiyanlık bugün ham topraklara yöneldi. Afrika, Uzakdoğu, Balkanlar, onlar için ham topraklar. Bir hayal dünyasından başka da bir şey vaad etmiyor. Bâtılın içerisinde hakkı arıyorlar.

Tabi bu durumun bize ne kadar bir gayret vermesi lazım. Onlar, bâtıl dâvâları için ne kadar gayret gösteriyorlar. Onlar bâtılın içerisinde hakkı arıyorlar. Müslümanlar da hakkın içerisinde hakkı kaybetmiş durumdalar…

  • Allah, bütün müslümanlar olarak sa‘y ü gayretimizi artırsın. Efendim son olarak; bu aralar gündemde olan Koronavirüs salgını, Avustralya’daki yangınlar gibi tabiat hâdiselerine bakışımız nasıl olmalı?

Osman Nuri TOPBAŞ: Cenâb-ı Hak bu kâinatı âdeta bir laboratuvar olarak yarattı. Görebilenler için her varlık, Yaratıcı’sını hatırlatıyor, gönüllere mârifetullah dersleri veriyor. Bizler, âhiret mektebinin talebeleriyiz. Dünya mektebini eğer âhiret mektebine taşırırsak, yani dünyaya ağırlık verip âhireti ihmâl edersek, böyle bir dünya mektebi bizleri idlâl eder, zâlim eder -Allah korusun-. Onun için bu dünya mektebi de vahyin içinde olmalı, âhiret mektebinin içinde olmalı. Bu dünya mektebi, vahyin dışında okunduğu zaman, sırf zihnî bir arşiv yapıldığı zaman, bu mektepte öğrenilenler vahyin rehberliğinde kalbe inmediği zaman, nefsânî hayat mâneviyâtın önünü kestiği zaman, zararlı olur, zulüm olur. Bütün zâlimler, zulmünü zihnî bilgilerle yapıyor. Dünyevî bilgiler, insanı fazilete, şefkate, merhamete, gerçek bir insanlık şeref ve haysiyetine taşıyamıyor. Onun için zihnî bilgilerle kalbî bilgilerin mezcolması zarûrî.

Tabiattaki hâdiselere gelince: Cenâb-ı Hak, bazı hâdiseler var ki, onları belli bir periyoda bağlıyor: Güneş’in doğması-batması, Ay ve Güneş’in sürekli bir vardiya değiştirmesi, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi, atmosferdeki oksijen ve azot nisbetlerinin değişmemesi, toprağın her mevsim ayrı ayrı çıkardığı meyvenin ve sebzenin birbirine karışmaması, her mevsime ve her bölgeye göre Cenâb-ı Hakk’ın gıdalar vermesi ve daha birçok mesele…

İlim ne diyor; astrofiziğin bir sonu yok, semâvatta mesafelerin îzahı yok. En küçük maddede bile 1 milyon atom var, onun içinde bir sürü nötron, proton, elektron vs…

Velhâsıl insan, her şeyden ders alacak. Dünya biraz hızlı dönse ne olur, biraz yavaş dönse ne olur? Magma nasıl öyle kendi hâlinde duruyor? Yerçekimi nedir? Burada 60 kilosun, Ay’da 10 kilosun, başka gezegende başka bir kilo. Daha keşfedilmemiş bir sürü şey. Onun için Cenâb-ı Hak; “…Size az bir ilim verdik.” (el-İsrâ, 85) buyuruyor. Bu “çok az bir ilminin” neticesinde kul, ancak ilâhî azamet tecellileri ve kudret akışları karşısında kendi acziyetini görecek, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslîmiyetini artıracak.

DÜNYA BİR YANGIN YERİ,
KAVRULUP GİDİYOR. BİR
MÜSLÜMAN, BUNA BÎGÂNE
KALAMAZ. BIR MİSAL VEREYIM:
BİR ANNENİN EVLÂDINA KARŞI
EN ASLÎ VAZİFESİ SÜT VERMEKTİR.
ONA SÜT VERİRKEN KENDİ
DE HUZUR BULUR. FAKAT BİR
YANGIN VARKEN OTURUP SÜT
VERMEYE DEVAM EDEMEZ.
BUGÜN YETİŞTİRDİĞİNİZ BİR
TALEBE, MÂNEVÎ YANGINLARDAN
KURTULUŞUNA VESÎLE
OLDUĞUNUZ BİR İNSAN, YARIN
AHİRETTE SİZİN KURTULUŞ
VESÎLENİZ OLACAK BELKİ.

Kâinatta bazı şeyleri de Cenâb-ı Hak periyoda bağlamıyor. Meselâ depremler, zelzeleler vs. Fay hattı deniliyor zelzelelere sebep olarak. Mecburen magma bu enerjiyi atacak tabi. Ama bu, bir denizin ortasında da olabilirdi, bir çöl içinde de olabilirdi. Sel öyle, kuraklık öyle. İnsanlar da bunlara “tabiat hadisesi” deyip geçiyor. Demek ki meydana gelen vakalardan da gereken ibretlerin, derslerin, mesajların alınması lâzım.

Şunu unutmayalım ki meydana gelen her zâhirî hâdise, onları tetikleyen bâtınî sebeplere dayanır. Nitekim âyet-i kerîmede: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat zuhûr etti…” (er- Rûm, 41) buyrulmaktadır. O hâlde başımıza gelen hâdiselere bir de bu gözle bakmamız gerekir.

Çok mühim bir şey söyleyeceğim: Âyet-i kerîmede buyruluyor:

ثُمَّ لَتُسَْٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ

“O gün faydalandığınız her şeyden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

Bu âyet indiği zaman bir kişi geliyor, diyor ki:

“–¬Rasûlâllah! Benim dünyada hiçbir şeyim yok. Bir dikili ağacım bile yok. Bir çadırım bile yok. Hiçbir şeyim yok. Ben herhâlde rahatım, rahat geçeceğim öbür tarafa.” diyor. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Delikanlı! Senin gölgelendiğin bir ağaç yok mu?” diyerek onu tefekküre çağırıyor. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619) Bak bu ağacı dünyada Allah senin için yarattı. Allah yaratmayabilirdi. Sen gölgelen diye yarattı. Bunu sen düşünüyor musun? Gölgelendiğin bir ağaç yok mu? Bunun şükrünü îfâ edebiliyor musun? Teşekkür ediyor musun; “Yâ Rabbi, bu ağacı Sen yarattın, ben gölgeleniyorum.” diye…

Demek ki ince ince düşünmemiz lazım. Tek bir ağaçta bile sana kaç tane fayda var?!

1) Şu dünya ağaçsız olsa ne olurdu? Ağaç sana nasıl bir ibret veriyor? Nasıl bir ilâhî ikram?

2) O ağacın altında nasıl bir motor var ki baharda donatıyor, son baharda öldürüyor.

3) Kendi akciğerinin yanında bir de ayrı bir akciğer veriyor. Karbondioksit alıyor, oksijen veriyor.

Onun için kul firâset sahibi olacak, aklını kullanacak. Tabi bu, kalbe bağlı bir akıl. Zihnî arşivdeki bilgiler, vahyin rehberliğinde hazmedildiği zaman, kalp Cenâb-ı Hakk’a yaklaştığı zaman, artık bunlar ayân olmaya başlar. İşte Hak dostlarının durumu da bu…

Cenâb-ı Hak cümlemizi, İslâm’ın istikbâlinde hayırlı hizmetlerde bulunan bahtiyar kulları arasına lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

  • Âmîn… Efendim, kıymetli fikirlerinizden ve tavsiyelerinizden müstefîd olduğumuz bu sohbet için zât-ı âlînize çok teşekkür ederiz…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir